KONYA-KIRIKKALE-NİKSAR-AMASYA-TOKAT-SİVAS-GÜMÜŞHANE-BAYBURT-ERZURUM-ERZİNCAN-KAYSERİ-AVANOS-AKSARAY-KONYA
2019 yılının Nisan ayının 22’sinde bir vesileyle adet olmadığı üzere özel bir araçla yaklaşık 2500 kilometrelik bir seyahate çıktım.
Konya’dan başlayan yolculuğum Kırıkkale üzerinden Niksar’a, oradan batıya küçük ama zorunlu bir yönelim yaparak Amasya’ya ve tekrar doğuya yönlenerek Tokat üzerinden Sivas, Gümüşhane ve Erzurum’a kadar uzandı. Dönüş yolunda ise Erzincan ve Kayseri üzerinden geçerek, Avanos’a uğrayarak ve Aksaray’dan geçerek yeniden Konya’da son buldu.
Bu güzel seyahatte seyyahların üstadı olan muhterem İbrahim Dıvarcı beye eşlik etme şansı yakaladım. Dolayısıyla seyahatimizde mimari ve özellikle Selçuklu kültürü üzerine çok bilgi elde etme fırsatım da oldu.
İLK DURAĞIMIZ BAŞKENT NİKSAR
Konya’dan çıkıp ilk durağımız olarak Niksar’a kadar non-stop devam ettik. Niksar’a bu ilk gelişimdi ve açık söyleyim böyle güzel bir belde ile karşılaşmayı beklemiyordum. Niksar, Danişmentliler hanedanının başkentliğini yapmış güzide bir ilçe. Yol arkadaşım İbrahim Dıvarcı’nın meşhur sözüdür: “Bir başkent her zaman başkenttir” der kendileri. Bu söz her yer için geçerli olduğu gibi Niksar için de geçerliydi diyebilirim. Danişmentliler en güzel mimari eserlerini başkentliğini yapmış olan Niksar’a inşa etmişler ve Niksarlılar da bu eserlere şu sıralar gözü gibi bakıyor. Tabii bunda bize ev sahipliği yapan Niksar Belediyesi’nin ve kültür müdürü sayın Hüseyin Şahin’in payı büyük. Niksar’da öncelikle beni şaşırtan bir mahalledeki eski evlerin tam ortasında ortaya çıkarılan Roma Arsenali oldu. Burası eski bir Roma askeri karargahı ve gerçekten etkileyici bir yapı. Şu sıralar istimlak işleri tamamlanmış ve restorasyon hızla devam ediyor. Dolayısıyla yakın bir zamanda bütün işler bittiğinde bu muazzam tarihi yapı ziyaret açılabilecek diye ümit ediyorum.
Niksar dediğim gibi Danişment beyliğinin başkenti ama Roma’dan bu yana bir çok medeniyetin eserlerini taşıyor. Daha sonra bir taş ustalığını yansıtan Niksar Çöreği Büyük Camii’ne ve hemen yanında bir Roma lahdinin çeşmeye çevrilmesiyle ortaya çıkmış olan Lülecizade Kardeşler Çeşmesi’ne gittik… Biliyorsunuz Niksar’ın önemli özelliklerinden biri de çok lezzetli suyu. Niksar suyu gerçekten de içtikçe içesiniz gelecek leziz bir kaynak suyu… Biz de bol bol bu sudan içiyoruz tabii ki… Niksar’da dikkati çeken diğer yapı ise Kırkkızlar Kümbeti oluyor. Bu da evlerin arasında kalmış tarihi bir anıt. Şehrin merkezindeki Leylekli Yılan Köprüsü ve bu köprüye bakan meşhur Adalı Kahvehanesi de ziyaret etmeye değer lokasyonlardan biri. Kahvehanenin oldukça renkli hikayeler anlatan bir sahibi var ve her gelenle mutlaka sohbet ediyor.
Elbette Niksar’ın en değerli eserleri, hepsi aynı bölgede bulunan Niksar Ulu Camii, Niksar Kalesi ve kalenin yamacına kurulmuş meşhur Yağıbasan Medresesi. Bu medrese 1157 yılında Daişmend Emiri Nizameddin Yağıbasan tarafından Tokat ve Niksar tarafında yaptırılan ilk medrese olduğundan “İlk medrese” olarak da anılıyor. Burası aynı zamanda tıp eğitimi verilen bir medrese olarak biliniyor. Kubbesi düşmüş olan medrese yine restore edilerek ziyarete açılmak üzere ve kalenin yanına inşa edilmiş olduğu için gerçekten güzel bir Niksar manzarası vaat ediyor.
Niksar çok bilinmeyen bir ilçeye göre ziyaret edenlere gerçekten görecek çok şey vaat ediyor ve bir zamanlar bir başkent olmasının hakkını veriyor. Bol bol Niksar suyu içerek bu güzel beldeyi terk ediyor ve Kelkit Vadisi manzarasında güzel bir çay içtikten sonra Tokat merkezine gidiyoruz. Tokat merkezinde Tokat Kalesi, Tokat Ali Paşa Camii ve Hamamı ile Taşhan ve de yeni açılan Tokat Müzesi dikkat çeken güzelliklerden… Tokat’ta işimizi hallettikten sonra yol arkadaşım İbrahim beyin acilen İstanbul’a günübirlik gitmesi gerekti.
Daha gidecek çok yolumuz olduğundan bu güzel turu yarıda kesmek istemedik. Hemen şöyle bir çözüm geliştirdik. Ben İbrahim beyi arabayla Amasya Merzifon havalimanına bıraktım ve kendisine İstanbul dönüşünde ertesi akşam Sivas havalimanından almak üzere yalnız geçen günümü Tokat Turhal’daki ablamlarda geçirdim.
Böylece hiç hesapta yokken her biri birbirinden güzel yeğenlerim ile koca bir gün geçirme fırsatı yakaladım. Ertesi akşama doğru Turhal’dan yola çıkarak Yıldızeli Geçidi üzerinden arabayla tırmandım ve Sivas havalimanına akşam uçağıyla dönen İbrahim beyi aldım. Böylece tekrar buluşmuştuk ve geceyi geçirmek üzere muhteşem şehir Sivas’a geçtik.
MUHTEŞEM ŞEHİR SİVAS’A İLK GELİŞİM
Bu benim Sivas’a da ilk gelişimdi. Böylesi muhteşem bir şehre ilk kez geliyor olmanın mahcubiyetini yaşıyordum. Ama daha akşam saatlerinde giriş yaptığımız bu harika şehirde taş ustalığının güzide örneklerini görmek beni benden aldı.
Bilhassa sadece portali ayakta duran Sivas Çifte Minareli Medrese’nin göz alıcı portali beni kendine aşık etti. Öyle bir heybet ve öyle bir sanat her türlü övgüyü hak ediyor. Hemen karşısındaki Şifaiye Medresesiyle birlikte Sivas’ın bence en gözde mekanı burası. Burada ayrıca müthiş motifleriyle 1. İzzeddin Keykavus Türbesi yer alıyor. Ayrıca meşhur Büruciye Medresesi de bütün ihtişamıyla ziyaretçilerini bekliyor. Bütün bu güzel eserler Sivas Tarihi Kent Meydanı’nda yan yana bulunuyor. Eskiden bu meydan daha ağaçlarla dolu yeşil bir meydanmış ama maalesef Türkiye’de belediyelerin ağaçsızlaştırma hastalığı burayı da yeşilden arındırmış. Belediyenin bu işe bahanesi ise eserlerin daha net görülmesiymiş. Bence bırakın ağaçlar arasında, ağaçlarla dostluk kurarak yaşasın bu eserler. Onlar yüzlerce yıldır dostlar. Bu dostluğa balta vurup her biri bir tarih olan ve tarihin önemli bir parçası olan o güzel ağaçları kesmeyin.
Büruciye’de güzel bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra otelimize gidip dinleniyoruz ve ertesi sabah Sivas’ı güzelce gezmeye başlıyoruz. Hemen eğik minaresiyle meşhur Ulu Camii’ni ziyaret ediyoruz.
Daha sonra şu sıralar restorasyonu devam eden ve ziyarete kapalı olan ve masmavi çinileriyle nam salmış Gök Medrese’ye gidiyoruz. Cumhuriyetin temellerinin atıldığı Sivas Kongresi Binası da görülmeye değer bir eser olarak meydanda yer alıyor.
Sivas’ta son ziyaret ettiğimiz mekan ise şehrin biraz dışında üniversite yolunda bulunan Eğriköprü. Diğer bütün eserler gibi bu eser de 12. Yüzyılda Selçuklular tarafından inşa edilmiş. Kızılırmak üzerinde uzanan, 180 metre olan ve adeta tam ortadan kıvrılmış iki bölümden oluşan ve belki bu yüzden Eğri Köprü olarak adlandırılan köprü gerçekten göz dolduruyor. Ancak hemen dibine yapılan modern ve asfalt köprü maalesef çok da doğru olmamış.
Sivas’ı böylece geride bırakarak Hafik, Zara, Suşehri ve Kelkit üzerinden Gümüşhane yollarına düşüyoruz. Tabii yolda giderken yer yer geçitleri ve dağları aşıyoruz. Yer yer baharın ortasında karlı yollarla karşılaşıyoruz. Gümüşhane’ye varmadan Kelkit’te mola verip şahane bir et döneri yiyoruz. Bu yörelerde etin lezzeti gerçekten bir başka oluyor. Et döneri de büyük şehirlerde yediklerimize gerçekten hiç benzemiyor.
BİR GARİP ŞEHİR: GÜMÜŞHANE
Gümüşhane’ye vardığımızda güneş henüz batmamış oluyor. Bu ilginç şehirde arabanızı park edecek bir yer bulmanız bile zor diyebilirim. Bir dağın eteğine kurulu olan Gümüşhane zaten hep dağlarla ve yükseltilerle çevrili bir şehir. İsmini civardaki Gümüş madenlerinden almış. Şehrin etrafında Zigana, Çoruh, Kelkit, Kop ve Otlukbeli gibi yüksek dağlar çevreleniyor. Kelkit vadisindeki düzlüklerde ancak tarım yapılabiliyor. Şehir merkezi de genelde diğer Karadeniz şehirleri gibi inişli çıkışlı ve daracık sokaklardan oluşmuş. Biz de önce merkezdeki Gümüşhane belediyesine uğrayıp işlerimizi hallediyor daha sonra ise birkaç saat geçirmek üzere şehre 38 kilometre mesafedeki Torul’a gidiyoruz. Torul’daki Altınpınar veya eski adıyla Zermutlu köyü İbrahim beylerin köyü oluyor. Yemyeşil bir vadiye kurulu şirin bir köy burası.
Gümüşhane’de beni benden alan diğer bir şey ise pestil ve köme oluyor. Gümüşhane dut meyvesinden yapılan pestil ve kömesiyle meşhur bir şehir. Gerçekten pestil ve kömeye ve bunun daha çeşitli yan ürünlerine doyamıyorsunuz. O kadar lezzetli bir tatlı türü ki bu gönül rahatlığıyla yiyebilirsiniz. Üstelik çok bilinen Kral Pestil markası ürünlerinde şeker kullanmıyor. Sadece dut meyvesi ve şeker yerine bal kullanarak ve tabii ki yörenin fındıkları ve fındık ezmesi veya cevizlerini kullanarak birbirinden leziz ürünler üretiyorlar. Eğer Gümüşhane’ye giderseniz bu ürünlerden mutlaka birkaç kilo alıp götürmelisiniz.
Gümüşhane’deki İl Sağlık Müdürlüğü misafirhanesinde konakladıktan sonra ertesi sabah bol bol pestil ve köme alarak Kop geçidi üzerinden Erzurum’a doğru yola koyuluyoruz. Erzurum’a giderken halihazırda karlı bir şekilde bulunan 2918 metrelik Kop geçidinde durup fotoğraf çekiyoruz. Bu arada Bayburt ilinden de geçiyor ve Bayburt’a selam söylüyoruz elbette.
BAYBURT’A SELAM ERZURUM’A DEVAM
Öğlene doğru Erzurum’a geliyoruz. Öncelikle daha önce gitmediğim Üç Kümbetleri ziyaret ediyorum. Son yıllarda etrafta kamulaştırma çalışmaları yapılarak bütün gece kondular yıkılmış ve bu tarihi eserler böylece işgalden kurtarılmış. Bu çok doğru bir iş olmuş Erzurum için. Üç Kümbetler 12 ila 14. Yüzyılda yapıldığı düşünülen çok nadide eserler. En büyüğünün Emir Saltuk’a ait olduğu düşünülüyor.
Hemen yakınlarında ise Erzurum’un en önemli eserlerinden olan Çifte Minareli Medrese yer alıyor. Bu Selçuklu eseri yine göz kamaştıran portaliyle dikkat çekiyor.
Elbette Erzurum Kalesi ile hemen karşısında bulunan dev Erzurum Ulu Camii de ziyarete değer güzide eserlerden. Bu güzel eserleri gezdikten sonra biraz daha şehrin aşağı taraflarında Yakutiye semtinde bulunan muhteşem Yakutiye Medresesi’ne gidiyoruz. Bu medrese de İlhanlı hükümdarı Olcaytu zamanında Emir Hoca Cemalettin Yakut tarafından 1310 yılında inşa edilmiş.
TERCAN’DA TARİH MOLASI
Biz bu eserleri gezerken Erzurum’da Cuma vakti gelip çatıyor ve bütün Erzurumlular Ulu Cami’ye doluşuyor. Daha sonra biz de dönüş yoluna koyuluyoruz. Büyük Erzurum ovasını geçerek, güzel Erzincan iline ulaşmayı hedefliyoruz. Erzincan’da durmaya vaktimiz olmayacak ama Erzincan yolunda Tercan’da biraz duruyoruz. Tercan ilçesinde hiç bulmayı ummayacağınız devasa bir eser yer alıyor. İbrahim Dıvarcı’nın tarih ve mimari bilgisi sayesinde bu güzel eseri görmeden geçmiyoruz bu ilçeden. Tercan ilçesindeki Mamahatun Kervansarayı’ndan bahsediyorum. Kervansaray, Türbe ve de Hamamdan oluşan bu kompleks gerçekten müthiş bir mimari eser. Yapım kitabesi bulunmadığı için 13. Yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Saltuklu dönemine ait olan bu yapı 1192’de vefat eden Saltuklu Erzurum Sahibesi Mama Hatun’a atfedilmiş. Evliya Çelebi’nin de bahsettiği bu eser 1. Dünya Savaşı’nda bazı zararlar görse de son yıllarda yapılan restorasyonlarla gayet muhkem bir şekilde varlığını koruyor ve ziyaret edilmeyi hak ediyor.
Tercan’da verdiğimiz bu kısa aradan sonra Erzincan’a geliyoruz. Burada bol kepçe diyebileceğim güzel bir lokantada tıka basa yemek yiyoruz. Bu yörede restoranlar gerçekten de insana yiyebileceğinden fazla ikramlarda bulunuyor. Erzincan’da da bu gelenek bozulmuyor. Daha sonra hiç ara vermeden Refahiye ve Hafik üzerinden yeniden Sivas’a ulaşıyor ama burada da çok durmayarak Şarkışla ve Gemerek yoluyla Kayseri’ye geliyoruz. Kayseri’ye ulaştığımız geç saatlerde hemen bir şehir oteline yerleşerek dinleniyoruz.
KAYSERİ’DE 1800 YILLIK TARİHE YOLCULUK
Ertesi sabah ise dirilmiş bir şekilde Kayseri’nin güzelliklerini keşfe çıkıyoruz. Bir kere Kayseri’de ilk dikkatinizi çeken şehrin orta yerinde bütün ihtişamıyla yükselen ve surları oldukça sağlam duran Kayseri Kalesi oluyor. Büyük duvarları ve 18 kulesi bulunan bu kale şaka değil tam 1800 yıllık bir kale. Evet yanlış duymadınız bu kaleyi ilk olarak M.S. 238 yılında İmparator 2. Gordianus yaptırmış. Romalılardan sonra Bizanslılar, Danişmentliler, Selçukiler, Dulkadiroğulları ve Osmanlılar da kaleyi aktif şekilde kullanmış.
Kaleden sonra Şah Cihan Hatun için yapılan Döner Kümbet’i görüyoruz. Kümbetin dış duvarlarındaki bitkisel ve hayvan motifli taş işlemeleri dikkat çekiyor.
Elbette Kayseri’nin en önemli eseri olan Hunat Hatun Camii ve Medresesi’ni de geziyoruz. Alaaddin Keykubat’ın karısı ve 2. Keyhüsrev’in annesi olan Mahperi Hunat Hatun için 13. Yüzyılda yaptırılan bu külliyede cami, medrese, türbe ve hamam bulunuyor. Bu dev yapı Selçuklu’nun en önemli eserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Selçuklu kadın yöneticilerinin en çok eser bıraktığı şehirlerden biri olarak Kayseri gerçekten dikkat çekiyor. Burada bunların yanında bir Tıp Medresesi ve Şifahane olarak bilinen Gevher Nesibe Şifahanesi de çok önemli bir eser. Erciyes Üniversitesi burayı Tıp Tarihi Müzesi olarak düzenlemiş. Gevher Nesibe, 2. Kılıçaraslan’ın kızı ve bu şifahaneyi onun adına yaptıran da kardeşi 1. Gıyaseddin Keyhüsrev olmuş.
Kayseri’de bulunan Sahabiye medresesi de yine içinde kahve çay içilebilecek güzel bir Selçuklu eseri. Kayseri’deki Camii Kebir yahut klasik adıyla Ulu Camii de yine içindeki roma tipi sütunları ile görülmeye değer bir eser. Kayseri kent meydanında bulunan ve modern bir yapı olmasına rağmen mimarisiyle dikkat çeken 1977 tarihli Bürüngüz camii de burada bulunan tarihi İki Kapılı Mescid’in yerine inşa edilmiş ve şehrin dokusuyla güzel bir uyum oluşturmuş.
Son olarak Kayseri’de dikkat çeken Roma mezarı ve Cumhuriyet meydanında yer alan ve Abdülhamid’in emriyle 1906 yılında inşa edilen saat kulesi de şehirdeki nadide eserler arasında bulunuyor.
Ayrıca çok değerli bilgiler elde edebileceğiniz Selçuklu Uygarlığı Müzesi de Gevher Nesibe tıp müzesinin yanında Mimar Sinan Parkı içinde yer alıyor.
Kayseri’yi enine boyuna gezdikten sonra Erciyes dağına selam vererek yola çıkıyoruz ve yol üzerinde Nevşehir’e varmadan önce çömlekleri ve taş işçiliğiyle meşhur Avanos ilçesine uğrayıp Kızılırmak kenarına kurulu MADO’da bir çay kahve molası veriyorus. Avanos’tan yola çıkıp Nevşehir’e giderken bir tepenin üzerinde dikili taşlar dikkatimizi çekiyor. Bildiğimiz kadarıyla bu civarda bir antik yerleşim olmadığından bu dikkat çekici yapılara yakından bakmak istiyoruz. Ancak yoldan sapıp patikaya geçiş yapsak da tam tepeye kadar giden bir yol olmadığından arabamızı patikaya bırakıp geri kalan yolu 20 dakikalık bir tırmanışla kat ederek tepeye varıyoruz ve gördüklerimiz bizi bir hayli şaşırtıyor.
AVANOS’TA ANTİK GÖRÜNÜMLÜ MODERN HEYKELLER
Burası meğerse ünlü Avustralyalı heykeltraş Andrew Rogers’ın Zaman ve Mekan adlı Heykel Parkı imiş. Rogers, Göreme’nin Karadağ mevkiinde belediyenin kendisine tahsis ettiği bir dağlık bölgede kendi finansal imkanlarıyla bu heykel parkı inşa etmiş. Rogers’in 2007 yılında başladığı heykellerin yapımı tam üç yıl sürmüş. 10 bin 500 ton taş kullanmış ve 230 kişi çalışmış bu eserler için. Toplam 7 kilometrelik alanı kapsayan bu dev heykel park 450 kilometre yükseklikten yani uzaydan bile görülebilen bir esermiş. Andrew Rogers’in diğer dev küresel heykellerinin, İsrail Arava Çölü, Şili Atacama Çölü, Bolivya Altiplano, Sri Lanka Krunegala Bölgesi, Avustralya’nın Geelong yöresi, İzlanda’nın Akureyri noktası ve Çin’deki Gobi Çölü’nde bulunuyormuş.
Zamanında bu heykellerin buraya yapılması büyük tartışmalara neden olmuş ve belediyenin il genel meclisinde heykellerin yapılış amacı tartışılmış. Ben modern çağda yapılmış böylesi devasa ve antik görünümlü başka bir eser gördüğümü hatırlamıyorum. Düşünün 7 kilometrekarelik bir alanda dev dikilitaşlar, kuş bakışı bakıldığında görülebilen hayvan ve mitolojik canlı şekilleri ve Kapadokya’nın esrarengiz manzarası bunlara eşlik ediyor.
Bence Rogers’in bölgeye kazandırdığı bu nadide eser de aynı bizim gibi merak edilerek mutlaka ziyaret edilmeli. Biz sonradan oraya giden düzgün bir yol olduğunu öğreniyoruz. Ama Avanos’tan gelirken yol kenarında gördüğünüzde doğrudan araçla oraya çıkamıyor biraz tırmanmanız veya arazi aracıyla çıkmanız gerekiyor. Ama bu tırmanışa ve zahmete değiyor açıkçası.
Kapadokya bölgesinden bu duygularla ayrıldıktan sonra Aksaray üzerinden yeniden Konya’ya geliyoruz. Böylece tam 5 gün süren ve toplamda arabayla 2500 kilometre kat ettiğimiz efsane bir yolculuk sona ermiş oluyor.
-ŞİMDİLİK SON-
aksaray, andrew rogers, avanos, bayburt, erzincan, erzurum, gezi, gümüşhane, kayseri, kırıkkale, konya, niksar, seyahat, sivas, tokat