SEYAHAT

KIYIDAN EGE VE KAPADOKYA TURU

5 Haz , 2019  

İnsanlar bir kere adımızı seyyah bellemiş ya… Her sene bir yerlere gezmeye gitmesek olmaz…

Normal şartlar altında (ki bunlar vakit ve nakit sorunu olmaması manasına geliyor) her sene en az bir defa vatan topraklarından başka bir yere gitmeye azmetmiştim.

Fakat bu tuhaf 2015 senesinde birden fazla siyasi seçim olması ve kanlı bıçaklı bir yıl geçmesi hasebiyle meslek icabı vatan toprağını terk etmemin mümkün görünmemesinden kaynaklı bu arzumuz neredeyse 2015 Aralık ayına kadar tehir edildi.

Ta ki bütün meşum seçimleri atlatıp “oh be rahat nefes aldık” demiştik ve şöyle bir kafamızı kaldırıp atlası önümüze serdik.

İki seçenek çıktı karşımıza… Tunus’a yahut Rusya’ya seyahat… Her ikisi de “vizesiz” idi, gitmesi kolay idi.

Lakin Aralık ayı olması hasebiyle ortalık kızıl kıyamet ve Rusya da Sibirya namıyla meşhur bir ülke olması sebebiyle gözümüz Tunus’a takıldı ağırlıklı olarak.

Ancak lanet olasıca terör belası yüzünden Tunus gibi güzeller güzeli bir ülkede hem bir çok tatil beldesinde bile sokağa çıkma yasakları var olduğunu ve dahası terör sebebiyle otel vesair mesarifin normalin iki katına kadar pahalılaştığını tespit etmemizle Tunus defterini kapattık. Çünkü yeterli para yoktu…

Kar kış kıyamete rağmen Moskova-St. Petersburg seferine razı iken, yine yıkılası siyaset önümüzü tıkadı. Malum Rusya’nın uçağını düşürmemiz ve akabinde ilişkilerin bozulması ve neticesinde vizelerin geri gelmesiyle birlikte beyaz rüya başka bahara kaldı.

Başımızı iki elimizin arasına alıp “Oğlum otur işte gül gibi memlekette biraz da buraları seyre dal” dememizle parlak bir fikir belirdi kafada…

Sen kalk seyyah olda alemi dolaş ama kendi memleketinin gül gibi tatil beldelerine pek gitmemiş ol. Ayıp olurdu sahiden.

Lakin yaz aylarında hiç de bana göre olmayan o güzel Ege-Akdeniz sahilleri şimdi kışın tam orta yerinde adeta el değmemiş nazlı kız misali beklemekteydi oracıkta.

Kıyıdan Ege ve Kapadokya’ya gittiğim 2760 km’lik muhteşem rota…

İSTANBUL-ÇANAKKALE-GÖKÇEADA

Karar verildi, kalem kırıldı… Yılbaşına bir hafta kala İstanbul-Çanakkale bileti kesilmişti bile.

Çanakkale’den başlayacak Ege kıyısı seyahatin kıyıdan kıyıdan ta Bodrum’a hatta gözümüz keserse Fethiye-Kaş’a kadar gitmesiydi arzumuz…

Nitekim haydi deyip koyulduk yola.

İnsan haydi demeyegörsün hemen her şey önünde hizmetkar oluyor ve bütün şartlar birdenbire lehine dönüyor. Yolculuğun bu güzide bir haftasında tek damla kar-yağmur yağmadı desek fazla abartmamış oluruz.

Her neyse 24 Aralık 2015 gecesi İstanbul Esenler otogarından başlayan otobüs yolculuğu sabahın daha ilk ışıklarında Çanakkale Otogar’a varmamızla ilk menziline kısmen ulaşmış oldu.

Lakin Çanakkale Otogar’dan bizi Gökçeada’ya götürecek vapura değin daha kat edilecek epey bir merhale olduğunu gördüm.

Sabahın ayazı ve daha zerre miskal gün ışığı yokken ortalıkta, Çanakkale merkezindeki kıyı iskelesine varmış bulunduk bir dolmuş vasıtasıyla.

Lakin daha ilk vapura 2 saat var ve dışarısı Sibirya’dan farksız.

Hemen kendimizi açık bir çorbacıya atıyoruz iskelenin tam karşısında.

Neyse ki çorbacılar var gecenin bir yarısı bile sıcacık dumanı tüten çorbalarıyla sizi karşılıyorlar.

Bir mercimek üstüne bir de çay zemheriri kırmaya yetiyor.

Derken saat 7 bile olmadan ilk vapurun sesleri çınlıyor ortalıkta ve hemen atlıyor ve bizi Eceabat’a taşıyacak vapura konuşlanıyorum.

Vapur sıcak ve güzel… Biraz sonra gün ışırken Eceabat’a getiriyor bizi…

Eceabat’tan bir dolmuş ile Kabatepe’ye geçiyoruz.

Ve nihayet asıl maksuda yani Gökçeada’ya bizi taşıyacak 1 buçuk saatlik vapur yolculuğuna başlıyoruz.

Saat de artık 10’u geçmiş ve gün iyice ısınmış bulunuyor.

Gökçeada rüzgarıyla meşhur… Bazen yılın bu dönemlerinde 2-3 gün adadakiler hava şartlarından mahsur kalabiliyormuş. Bu biraz bizi ürkütse de (öyle bir şey olsa vakit darlığından program aksayacak ve belki tatil planı mahvolacak) yine de hayırlısı diyoruz.

Gökçeada Hatırası

Nitekim gül gibi güzel bir hava karşılıyor bizi Gökçeada’da… Kıyıdan minik dolmuşlarla ilçe merkezine geçiliyor.

4-5 kilometre sonra bir Anadolu kasabasından farksız ada merkezine varıyorsunuz.

Burada bizim ta eskiden beraber top oynadığımız, canım komşumuz Cemile teyzenin en büyük oğlu Sedat abimiz (bir de kardeşi Erdim abi vardı) Gökçeada Devlet Hastanesi’nde doktorluk vazifesi yapıyor.

Kadın hastalıkları ve kadın doğum uzmanı olan Sedat abiye sürpriz yapmak üzere doğruca Devlet Hastanesi’ne gidiyorum. Kimseciklere sormadan hislerimle 5-10 dakika geçmeden buluyorum hastaneyi. Gökçeada o kadar minnacık ve sıcacık ki hislerinizi kullanarak her yönü şaşırmadan bulabilirsiniz gibi geliyor.

Devlet Hastanesi danışmanından Sedat abiyi gelişimden haberdar etmesini rica etmemle birlikte göz açıp kapamadan Sedat abi bir fırtına hızından merdivenlerden aşağı iniyor. Şaşkın ama mutlu bir şekilde beni karşılıyor, sarılıyor, hasret gideriyoruz. Ee nerden baksan 15 seneye yakın olmuş, çocukluk biteli ve biz neredeyse hiç görüşmemiştik bunca zamandır.

Sağolsun Sedat abi hemen işlerini toparlayarak günün geri kalanını bana ayırıyor ve adanın dört bir yanına arabasıyla kolaylıkla gidip geziyoruz.

Gökçeada ilçe merkezi haricinde toplam 10 köyden oluşuyor. Biz de neredeyse görülmesi gereken bütün köylere gidiyoruz. Ada kış dönemi olması sebebiyle çok sessiz, çok ıssız… Neredeyse hiçbir yerde hiç kimsecikler yok… Yani tam bana göre…

Sırasıyla bütün bu köylere gidiyoruz:

Ada Merkezi- Panaghia: Eski bir Rum yerleşimi olan ada merkezi 3 mahalleden oluşuyor.

Bademli – Gliki: Yüksek konumundan dolayı adanın balkonu deniyor Bademli’ye

Kaleköy – Kastro: Kaleköy eski ismiyle Kastro antik dönemden kalma bir yerleşim yeri.

Kaleköy Liman: Adanın deniz kenarında yer alan tek yerleşim bölgesi.

Zeytinliköy-Aya Teodoroi: Zamanında adanın en canlı, en kalabalık köylerinden biri.

Tepeköy-Agridia: Adanın en yükseğe kurulmuş köyü

Dereköy – Shinudi: Dereköy adanın batı kısmında yer alan tek Rum Köyü.

Yeni Bademli: Eski Bademli’nin aşağısındaki düzlüğe kurulmuş olan köyün inşa tarihi 1984.

Eşelek: Aydıncık Plajı’na yakın bir köy.

Şahinkaya: Gökçeada’nın ilk iskan köyü.

Şirinköy: 2000 yılında yerleşime açılan Şirinköy, Bulgaristan’dan gelen Türkler için kurulmuş.

Uğurlu: Uğurlu, adanın en batı ucundaki köy, merkeze 25 km. uzaklıkta.

Bir yandan Sedat abi ile geçmişi yad ediyor, bir yandan halihazırdaki durumu konuşuyor, bir yandan da gezdiğimiz gördüğümüz yerleri değerlendiriyoruz.

Dolu dolu güzel güneşli bir günün sonunda önce flamingoları görüyor, tüylerini topluyoruz sonra da güzel bir balık yemeği yiyoruz.

İlk defa güveçte Fener balığı yiyorum. Sedat abi de öyle…

Tadını beğeniyoruz, tavuğa benziyor. Balığı pişiren balıkçı “bu balığın canlı halini görseniz” yemezsiniz diyor.

Demez olaymış… O balığı afiyetle yedikten sonra merak edip google vasıtasıyla gerçekle yüzleşiyoruz.

Fener balığı diye aratın ne demek istediğimi anlayacaksınız…

Canlı ve pişmiş Fener balığı…

İşte o sevimli şeyi afiyetle yedik ve böylece artık ayrılık vakti gelip çatmıştı.

Sedat abi çok ısrar etti o gece adada kalmam ve ertesi gün beraber balığa çıkmamız için.

Fakat vakit az ve gidilecek yol çok olduğundan bu planı bir yaz veya ilkbahar zamanına yapmak üzere erteliyoruz. Mümkün olursa bu yaz hem gece adada açık alanda kamp kurmak ve sabahında da kıyıda balık avlamak üzere tekrar Gökçeada’ya gelmek üzere Sedat abi beni iskeleye getiriyor.

Tam bu sırada bütün yolculuk boyunca beni hiç yalnız bırakmayacak olan Ay’ın ihtişamıyla karşılaşıyoruz.

Böyle güzel bir güne ancak böyle ihtişamlı bir son yakışırdı zaten.

Ay hem dolunay hem de sapsarı hem de koskocaman bir şekilde arzı endam ediyor.

Zaten güzelliğine hayran olduğum iki dostumdan biridir Ay… Diğeri de meşhur Güneş… İkisini de tanıyorsunuz zaten..

Ama ne yalan söyleyim Ay o akşam Güneş’i bile kıskandıracak güzellikteydi.

Hemen adını koydum. “Akşam Güneşi” dedim. Merhum Reşat Nuri’den ilhamen…

Akşam Güneşi

Sedat abi de bu ismi tasvip etti.

Akşam Güneş’inin aydınlattığı bu güzel günün gecesinde dostluğumuz pekişmişti Sedat abiyle, sarıldık, yolcu etti, o kadar misafirperverdi ki bütün gün benim için ettiği onca masraf yetmiyormuş gibi bir de dönüş biletimi alma alicenaplığı gösterdi…

Duygulandım… Son kez el salladım ve içimden tekrar teşekkür ettim.

Şimdi önümde önce Çanakkale… Sonra da aynı gece Ayvalık seyahati vardı…

Gökçeada’dan akşama doğru kalkan vapura binmemin akabinde toplamda iki saatlik bir yolculuktan sonra akşam saatlerinde Çanakkale merkezine varıyorum.

Bu akşam gece yarısına kadar Çanakkale merkezinde oylanıp gece otobüsü ile Ayvalık’a gideceğim.

Çanakkale merkeze vardığımda önce iskelenin tam karşısına geçip sağ tarafa baktığımda şirin bir saat kulesi ve uzun ve güzel bir cadde ile karşılaşıyorum. Caddenin iki yanında kafeler, barlar, restoranlar sıra sıra dizilmiş, ışıklı ve güzel bir görünüm sunuyor.

Günün bütün yorgunluğunu unutup kendimi vuruyorum sokaklara… Yürüyorum da yürüyorum. Çanakkale çarşının iç sokaklarına ve kafelerin dizildiği kordon kıyısına… Gece hayatı oldukça canlı… Bu haliyle İstanbul’dan pek geri kaldığı söylenemez. O sokaklarda meşhur tabirle “fancy cafe” ve “fine dining” kategorilerinde bir çok mekanla karşılaşıyorum.

Ayaklarım yorulana ve iyice üşüyene kadar yürüyorum. Bu arada Çanakkale kordonunda sergilenen Truva Atı’nı (meşhur Troy filminden kalan hatıra) da ziyaret ediyorum.

Gezerken Çanakkale’nin meşhur peynir helvasıyla tanışıyorum.

Bütün gün çok enerji harcadığım için bende “çölde vaha” etkisi uyandırıyor…

Peynir helvasının iki çeşidi var. Biri fırınlanmış hali bir de fırınlanmamış standart helva… Her ikisi de muhteşem görünüyor. Ben de sokakta yürürken adıyla dikkatimi bir hayli çeken dükkanda ikisinden de yarımşar porsiyon yemeye karar veriyorum.

Mekanın adı “Hüsmenoğlu Babalığın Torunları”… Bir de Hüsmenoğlu babanın güzel pos bıyıklı bir fotoğrafı var. Helvası da harbiden güzel… Peynir helvasına bayılıyorum. Bana annemin çocukken yaptığı peynirli irmik helvasını hatırlatıyor. Fırınlanmış mı diğeri mi daha güzel açıkçası karar veremedim. Her seferinde gitsem mutlaka ikisinden yarımşar yerim… Ben böyleyim işte…

Çanakkale’de leziz peynir helvası yenir

Her neyse daha sonra o fancy cafe’lerden birinde oturup hem telefonumu şarj ediyor hem de sıcacık bir kahve ile içimi ısıtıyorum.

Ta ki gece yarısına kadar… O sırada yine acıktığımı hissediyorum. Çanakkale’de de karşıma memleket kokusu çıkıyor. Güzel bir “Hatay dönercisi” buluyorum… Çaktırmadan girip bir döner yuvarlıyorum. Artık gece yolculuğuna hazırım. Ver elini Çanakkale otogar..

AYVALIK -CUNDA ADASI- SARMISAKLI

Gece otobüsünde bir güzel uyku çektikten sonra sabahın ilk ışıklarıyla Ayvalık Otogarı’ndayım.

Sabah yine ayaz ve ortalık buz kesmiş… Otogarda biraz bekliyorum… Gün hafif ışıyınca bir araca atlayıp (maalesef taksi) Ayvalık merkezine geliyorum. Güneş Ayvalık kıyılarını selamlarken kordonda taksiden iniyorum.

Hemen beni otantik bir çorbacı karşılıyor. Affeder miyim, o sabah ayazında mis gibi mercimekli çorba…

Zeytinyağlı güzel yemekler yapan bir mekan burası. Akşam yemeğini de burada yemek üzere mekanı hafızama kaydediyorum.

Kendime gelince şöyle kafamı kaldırıyorum.

Yahu “ben ne harika bir yerdeyim böyle” diyorum…

Meğer Ayvalık ne şahane bir yermiş… Meğer Ayvalık kıyıları ve sokakları, tarihiyle doğasıyla ne şahane bir ilçeymiş…

Ayvalık

Hayran hayran geziyorum tarih kokan sokakları… Daracık taş sokaklar, eski ama bakımlı Rum evleri, camiler, kiliseler, müzeler… Kordon boyunda sıra sıra kafeler, barlar yine “fancy mekanlar”…

Bu güzelim cennet köşesinde bir ben bir de sokak kedileri ve köpekleri var şimdi…

Sabah saatlerinde kışın ortasında başka kim olacaktı ki?

Bir de beni hiç yalnız bırakmayan Güneş var tabii… Üşüdüğüm anda yanağımı okşamak üzere hazır bekliyor.

Daha ne ister ki insan… Daha başka neye ihtiyaç duyar ki şu hayatta…

Gece Ay beni karşılıyor ve sabaha kadar başımda duruyor, sonra Güneş’e emanet ediyor…

Başka şeye hacet yok…

Yolların oğlu olmak böyle bir şey işte…

Yolun oğlu isen, her şey senin yardımcın olur…

Ayvalık’ın sokaklarına bir türlü doyamıyorum. Bu arada birkaç gündür yatak yüzü görmeyen vücudum her ne kadar çok bitkin olmasa da “Bu gece mümkünse sıcak ve yumuşak bir yatakta uyur musun?” diyor nazikçe.

Ben de “hayhay” diyorum… “Zaten aşık oldum Ayvalık’a, bu gece buradayız dostum” diye de ekliyorum.

Hemen adet olduğu üzere Booking.com’dan en uygun hosteli buluyorum.

Geceliği sadece 59 liraya, mis gibi İstanbul Pansiyon…

Hemen kordona 3 dakika mesafede… Neşe Sokak Aralığı’nda kolayca buluyorum mekanı…

Güzel sahipleri beni karşılıyor. O kadar harika bir pansiyon ki… Kelimeler zor tarif eder.

Mavi ve beyaz… Eski ve güzel…

İki de tontiş olan kedicikleri var mekan sahiplerinin.

Onlarla oynuyorum, güzel dizayn edilmiş sevimli bahçesinde biraz oturuyorum, sonra odama geçip eşyalarımı yerleştiriyorum. Bir de sıcacık duş…

Şimdi günün geri kalanında yürümek için yeniden dirilmiş gibi hazırım…

Bekle beni Ayvalık daha macera bitmedi…

Ayvalık’ın altını üstüne getirdikten sonra bir minik dolmuş mesafesindeki Cunda adasına geçiyorum.

Cunda’ya belediye otobüsü birkaç liracık ücretle gidiyor.

Burada Türkiye’nin ilk “boğaz köprüsünden” geçiyoruz. Üstünde öyle yazıyor…

Boğaz köprüsü diyoruz diye hemen aklınıza İstanbul’dakiler gibi devasa şeyler gelmesin. Bildiğiniz minik derelere kurulan köprüler kadar minnacık bir köprü bu. Ama işte iki kara parçasını bağlıyor… Çok da iş görüyor.

Ve kısa bir yolculuktan sonra Cunda’dayız…

Hemen Ayvalık’ın karşı kıyısı yani…

Cunda Adası da Ayvalık’a değer katan bir başka harika mekan.

İnişli yokuşlu birbirinden güzel süslenmiş eski ama bakımlı Rum evleri, bu evlere kurulu pansiyon, kafe ve restoranlar… Aşık oluyorum yine…

Cunda kordonunda yürüyorum… Güneş saatini test ediyorum. Balıkçıları merakla bekleyen 15-20 tane kediyle liman kenarında oturup, atılan ağlara ağzım açık bakıyorum.

Sonra tepedeki değirmenler beni çağırıyor…

Oraya doğru tırmanmaya karar veriyorum. Bu arada şahane bir müze beni karşılıyor.

Burası aslında Taksiyarhis Kilisesi… Sonradan Rahmi Koç Müzesi’ne çevrilmiş…

Müzede birbirinden şahane antika parçalar ve çoğunlukla eski oyuncaklar sergileniyor.

Ağzım açık ve çocuksu bir mutluluk ile geziyorum müzeyi… Kilisenin vitraylarından renkli ışıklar yüzümü boyuyor, çocukluğumu pekiştiriyor… Sanki ben boyalı parmaklarımla yüzümü o hale getirmiş sonra da oyuncaklar arasında şen şakrak geziyorum…

Bir güzel oyuncağa doyduktan sonra o yolun devamında tırmanıp artık en tepedeki değirmene varıyorum.

Burası da aslında bir kütüphane…

Yine Rahmi Koç tarafından restore edilmiş düzenlenmiş ve Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı haline getirilmiş. Aynı zamanda Cunda’yı tepeden gören bir teras kafe olmuş…

Muhteşem bir atmosfer… 360 derece Cunda-Ayvalık manzarası… Huzurlu ve sessiz ama biraz rüzgarlı bir kütüphane…

Sıcacık bir Türk kahvesi eşliğinde seyre dalıyorum.

Sessizliği bölen iki şey mevcut… Birincisi arada bir sertçe esen rüzgarın uğultusu… Diğeri de Cunda tepesinin delisi… Sürekli kendi dilinde “agu agu” bir şeyler söylüyor ve gülüyor… Benden daha huzurlu görünüyor…

Kıskanıyorum ben de deli gibi etrafıma bakınıyorum… “Öyle ya bunca zaman akıllı geçindim de ne oldu… Biraz da bu mahallenin delisi olayım” diyorum…

O güzel mekanı hiç terk edesim gelmiyor… Orada kalıp hep o kütüphanede kitap okuyum, sonra evlerin çatılarına Cunda delisiyle taş atayım… Sonra yine dalgalı denizi seyre dalayım…

Derken derin düşüncelerden uyanıp kalkıyorum ve diğer tepedeki değirmene selam verip tepeden aşağı yuvarlıyorum kendimi…

Normalde buraya gelmişken Şeytan Sofrası denilen bir başka tepeye çıkmak gerekir.

Fakat kış aylarında belediye otobüsleri o tarafa çalışmıyor.

Bir umut Cunda’dan ayrılıp belediye otobüsüyle Sarmısaklı’ya gidiyorum. Oradan belki taksi ile geçerim diye…

Sarmısaklı’da plajlar var… Başka da pek görülecek bir şey yok.

Taksiler de Şeytan Sofrası için çok para istiyorlar… Astarı yüzünden pahalıya geliyor…

Öyle ya “şeytanın sofrasına oturmak ucuz olmaz” diye kendimce espiri yapıyorum. Yine kendim gülüyorum…

Cunda tam bir huzur adası…

Biz hep cennet ucuz değil diye öğrenmiştik… Hakikat de öyle gerçekten…

Gün yavaş yavaş kararıyor… Güzel bir akşam yemeği ve ardından sıcacık uyku için Ayvalık merkezine dönüyorum…

Ayvalık civarında oturan bir dost arıyor, bir yemek yiyelim, çay içelim, sonra kitaplardan hasbihal edelim diyor.

Nitekim buluşuyoruz, yemek yiyoruz, çay içiyoruz ve sonra gece iyice çökünce ayrılıyoruz…

Güzelim İstanbul Pansiyonu’nda, aşık olduğum Ayvalık’ın kucağında yatıyorum…

Huzurlu bir uykudan sonra sabah ilk işim en erken otobüsle İzmir-Tire’ye geçmek olacak…

Zira orada da çok sevdiğim iki dostum, eski ev arkadaşlarım (biri hala ev arkadaşım) Ahmet Akyol ve Leonel Juarez ile buluşacağım…

Ahmet, aslen Tireli… Leo da Los Angeleslı… Ben, Ahmet ve Leo bir dönem Ankara’da yaklaşık bir sene Cebeci’de bir evde beraber kalmıştık.

Sonra ayrıldık… Şimdi ise Leonel Juarez yine benim misafirim olarak İstanbul’da evimde kalıyor…

Ahmet ise o sıra Tire’deki memleket evindeydi… Leo da onun yanına ziyarete gitmişti… Ee hazır kader ağlarını örmüşken üç “amigo” buluşalım ve biraz beraber gezelim dedik… Çok da güzel oldu…

Ahmet şu sıralar New York’ta… Yaklaşık 1 sene orada kalacak… Leo da Nisan ayında Los Angeles’a dönecek… Dolayısıyla bu beraber yapacağımız şimdilik son yolculuğumuz olacaktı…

Ertesi sabah ilk otobüsle Tire yolunu tutuyorum.

TİRE-İZMİR

Leo ile Ahmet öğlene doğru Tire merkezinde beni karşılıyor.

Ahmet’lerin evinde anacığının hazırladığı muhteşem kahvaltı ile bir güzel karnımızı doyuruyor, Ahmetlerin ailesiyle tanışma şerefine erişiyorum.

Babası, annesi, Said abisi… Hepsi birbirinden değerli muhterem insanlar…

Güzel kahvaltı ve sohbetten sonra üç kafadar Tire’den yola çıkarak önce Selçuk’a oradan da Kuşadası’na gidiyoruz. (Başta Efes’e de uğramayı düşünüyoruz ancak daha önce gördüğümüz için ve saatler de uyuşmadığından Efes’e gitmiyoruz…)

KUŞADASI-SÖKE

Akşam güneş batımına 45 dakika kalan Kuşadası’na varıyoruz. Kuşadası kordon boyunda güzel manzara eşliğinde yürüyüp fotoğraf çekiyoruz.

3 amigos Kuşadası’nda

Kuşadası’ndaki güzel güvercinli heykelcikle de hatıra fotoğrafını çekerek gün batımını izlemek üzere Kuşadası kalesine yürüyoruz.

Kale restorasyon altında olduğundan içine girmiyoruz ama kıyısından gün batımını seyrediyoruz.

Daha sonra Kuşadası çarşı içine giriyoruz ve Söke’ye gitmeye karar veriyoruz.

Otogara doğru yürürken bir pikabın ön tarafına binen bizim gibi 3 gencin Söke’ye gittiğini işitiyoruz.

Pikabın arkası boş… Oraya atlasak bizi de götürür müsünüz diyoruz…

Memnuniyetle kabul ediyorlar… Böylece 3 kafadar Söke’ye “free ride” yani bedava yolculuk bulmanın sevinciyle pikabın arkasına atlıyoruz.

Bu bile üç amigos’un yolculuğunun ne kadar hoş ve güzel anılarla dolu olacağının bir göstergesi oluyor…

Söke merkezine vardığımızda arkadaşlara teşekkür edip aşağı atlıyoruz ve geceyi geçirmek üzere Didim’e gitmek üzere araçların kalktığı gara doğru hızlı adımlarla yürüyoruz.

DİDİM-ALTINKUM

Çok uzun olmayan bir yolculuğun ardından Didim Altınkum plajındayız…

Saat akşam 8-9 gibi… Hava daha tam soğuk değil… Plajın girişinde bizi meşhur Poseidon heykeli karşılıyor…

Selam çakıyoruz Poseidon’a ve bize gülümseyen Dolunay’a da göz kırparak kum gibi Altınkum sahilinde yürüyoruz…

Üç kafadar olarak öyle otellere falan para verecek değiliz… Zaten hepimiz gariban çulsuz kafadarlarız…

Gece eksi beş derece de olsa bu geceyi dışarıda kumsalda geçireceğiz diye anlaşıyoruz…

Bunun için önce karnımızı bir güzel doyurmamız gerekiyor. Hemen plajın arka tarafında temiz ve ucuz bir dönerci buluyoruz. Sıcak çorba ve yarım ekmek dönerler karın doyurmaya yetiyor…

Bir de sıcacık çay ikramı… Oh ne ala…

Saat 10… Sabaha daha 8 saat var… Gece nasıl geçecek bu soğukta bilmiyoruz…

Hemen açık bir market buluyoruz… Bir poşeti gece bize arkadaş olsun diye su, meşrubat, çekirdek, cips, bisküvi, çikolata, gofret dolduruyoruz…

Koskoca gece… Bütün bunlara ihtiyaç olacak…

Ah o Altınkum sahili… Yaz gecesi olsa kumlara uzanıp yıldızlar seyredilir… O kadar güzel ki…

Dolunay’ın çizdiği beyaz ve ışıltılı yolda gözümüzü gezdiriyor ve hayaller kuruyoruz…

Plajda sote bir köşe ayarlıyoruz…

Altımıza koyacak güzel, büyük ve kuru bir med bile buluyoruz…

Her şey çok güzel başlıyor…

Koskoca Altınkum plajında üç kafadar, başka hiç kimse yok, çekirdek çitleyip, sohbet ediyoruz… Arada bir sohbetten sıkılan kumsalda şöyle bir iki tur atıyor… Biraz da ısınmak maksadıyla…

Saat 01.00 oluyor…

Gecenin ayazında Altınkum Sahili

Hava gittikçe soğuyor… Herkes çantasında ne varsa üst üste giyiyor… Benim üstümde bir kot pantolon, bir eşofman, bir tişört, bir gömlek, bir kazak, bir kaban, kafamda bere, atkı, elimde eldiven, ayaklarımda iki çorap, kalın bir bot… Yine sertleşen rüzgarda fayda vermiyor, çantamdaki başka bir gömleği beni rüzgardan korusun diye başörtü gibi bağlıyorum, her yerim kapalı şimdi… Buna rağmen buz gibi havada uykuya dalamıyorum…

Kimse de uyuyamıyor… Arada bir dalar gibi oluyoruz… Ama sert esen rüzgar, kıyıya vuran dalgalar… Gece 03.00 sularında artık Altınkum plajı buz kesiyor…

Yerimizde oturamıyoruz… Ayağa kalkıyor bir iki tur atıyoruz. Geri geliyoruz…

Neden sonra… Üçümüz anlaşmışız gibi tek kelime konuşmadan toparlanıyoruz… Arada sadece “hadi buradan ayrılıp biraz yürüyelim…” diyoruz.

Üç kafadar sahil boyunca 10 dakika yürüyoruz…

Biraz ısınıyoruz… Ama sabaha kadar böyle yürüyecek halimiz yok ya? İlk otobüse daha 3 saatten fazla var..

Tam umudu kesmişken çölde vaha misali bir restoran ışığı görüyoruz…

Yok artık… Gecenin bu saatinde… Cayır cayır yanan sobasıyla tam teşekküllü bir restoran…

Koşar adım içeri atıyoruz kendimizi… Gözlerimize inanamıyoruz… Restoranın tam ortasında kocaman bir odun sobası… Öyle yanıyor ki, adeta bağırıyor… Har har har… Sesi kulaklarımızı çınlatıyor… Işığı gözlerimizi kamaştırıyor… Sıcaklığı ise bedenimizi, ruhumuzu, kemiklerimizi her bir yerimizi öyle bir ısıtıyor ki…

Kendimize geldiğimizde restorandaki görevli bize soruyor.. Bir şey arzu eder misiniz?

Bu saatte ne var ki diyoruz ürkekçe… Menüdeki her şey var, fırınımız yanıyor.. Ne arzu ederseniz yaparız diyor…

O kadar mutlu oluyoruz ki anlatamam…

Sıcacık üç çorba tabii ki… Sonra kaşarlı fırından yeni çıkmış ekmekler… Gecenin bir yarısı böyle bir nimet herhalde gökten sofra ile inse ancak olurdu…

Musa Kavmine inen kudret helvası ve bıldırcın eti misali, afiyetle yiyoruz… O kadar sıcaklıyoruz ki, üstümüzü başımızı soyuyoruz…

Üstüne bir de çay… Sabah saat 06.30’a kadar her birimiz bir köşede mışıl mışıl sandalyenin üstünde derin uykuya dalıyoruz…

Bu geceden çıkardığımız ders, sokakta yaşayan insanlara 10 kat elbise de giydirseniz yine de sokakta yaşanmaz!

Onların her birisine başlarını sokabilecekleri sıcacık bir yuva verilene kadar insanların birden fazla ev sahibi olmaları yasaklanmalı…

Her insan ve hatta her canlı, mutlaka kışın soğuğunda sığınabileceği bir sıcak yuvaya kavuşmalı…

Herhalde insanlık bunun için seferber olsa az gelir…

Bu duygularla sabah çok erken bir saatte bizi Halikarnas Balıkçısı’nın memleketine yani o meşhur belde-i beyda Bodrum’a götürecek otobüse bindik..

4 saatlik bir yolculuktan sonra bembeyaz köpük gibi evleriyle Bodrum bizi selamlıyordu…

BODRUM

Bodrum daha tepeden şehre ilk bakışınızda sizi büyülüyor… Dolambaçlı yollardan sonra bir rüya şehrine giriyor gibi hissediyorsunuz…

Huzur dolu bir rüya hem de… Kışın ortasında bile yazdan kalma bir havası var… Bodrum otogarı hemen şehrin merkezinde… Portakal, mandalina ağaçlarının süslediği şehrin dokusu daha ilk anda hayranlık uyandırıyor.

Sımsıcak karşıladı bizi Bodrum… Daha öğlen bile olmamıştı Bodrum’a vardığımızda…

Bodrum, Bodrum…

Hemen ayaklarımız bizi aşağıya kordon boyuna ve limana taşıdı…

Cıvıl cıvıl bir ilçe merkezi.. Cami, belediye, çarşı her şey yerli yerinde.. Bunlara bir de huzur dolu kahvehaneleriyle şahane marinası ekleniyor.

Bodrum sakinleri (sakin kelimesi iki anlamda, zira herkes huzur dolu ve derin bir sükunet içinde adeta) teknelerin, yelkenlilerin kuşattığı marinaya bakan kahvehanelerde çay, kahve veya sahlep içiyorlar… Kimi köpeklerini gezdiriyor.. Kimi sokak kedilerini besliyor… Kimi de ya yürüyüş yapmakta ya da bisiklet sürüyor…

Harika bir atmosfer…

Çok lezzetli Bodrum salepinden keyifle yudumluyoruz… Zaten ısınan içimizi daha da ısıtıyor…

Sonra hemen iskelenin sol tarafında bulunan kaleye giriyoruz… Bodrum kalesi çok iyi korunmuş mutlaka görülmesi gereken harika bir kale… Tam teşekküllü kaleye bilet ile girebiliyorsunuz… Ama buna değer…

Kaleden şehir manzarası da bir harika.. Kale içindeki gerçek aslan başları ürkütücü…

Bahçesinde özgürce dolanan tavus kuşları ise kendilerine hayran bırakacak güzellik ve ihtişamda…

Kaleyi 40-45 dakikada dolaşmak mümkün oluyor… Biraz terletiyor ama buna da değer…

Sonra kendimizi Bodrum çarşısına atıyoruz… Hemen sahilin kenarında sıralanmış eski bir çarşı.. Oldukça otantik ve güzel… Yemek yiyebileceğiniz oturup dinlenebileceğiniz güzel kafeler mevcut…

Fiyatlar fena değil… Belki diğer beldelere kıyasla üç beş kuruş fazla denebilir…

Çarşı paralelinde uzanan halk plajına gidiyoruz… Burası Bodrum kalesini cepheden görüyor. Bu haliyle de oldukça iyi… Plajda ancak 3-5 kişi var… Bir de müthiş bir köpek…

Oyun oynamayı çok seven bu köpekçik bir türlü peşimizi bırakmıyor. Sürekli size bir pet şişe getiriyor ve uzaklara atmanızı istiyor. Hiç vazgeçmiyor. Şişeyi gömseniz de, suya da fırlatsanız da mutlaka çıkarıyor ve size getiriyor. Eğer atmazsanız kızıyor ve söylenir gibi havlamaya başlıyor…

Sizden sıkılınca gidip başkasına aynı şeyleri yapıyor ama bir türlü oynamaktan bıkmıyor…

Bodrumda öğleden sonra hava gittikçe ısınıyor… Neredeyse Aralık sonunda denize girilecek vaziyette…

Biz de paçalarımızı sıyırıp suda yürüyoruz. Su biraz serin ama hemen alışılıyor…

Yolculuktan yorulan ayaklara masaj etkisi yapıyor…

Sonra plajdan ayrılıp bir kafeye oturuyoruz. Burası kaleyi karşıdan gören ve açıkta masaları olan güzel bir kafe… Denize sıfır… Dalgalar vuruyor.. Güneş ısıtıyor… Menüde meşhur Bodrum mandalinasından yapılmış gazoz dikkatimizi çekiyor…

Çarşıdan gelirken sokaklarda kimseye ait olmayan mandalina ağaçları görmüş bir kaçından mandalina koparıp yemiştik… Bodrum mandalinası hiçbir yerde yiyemeyeceğiniz şahane lezzette bir mandalina. Kendine has bir tadı var ve asla pazardan marketten aldıklarınızla kıyaslanamaz. Biraz turuncuya kaçan bir rengi var ve bol çekirdekli…

Mandalina şahane olduğu gibi mandalina gazozu da şahaneydi…

Tadı hala damağımızda… Kafeden sonra yürürken sokak kenarında mandalina satan bir köylüye rastlıyoruz. Hemen bir kilo kadar alıp soyup soyup yiyoruz…

Burada yenebilecek en güzel şeylerden biri bu…

Ortalık kış olduğundan Bodrum’da ne kalabalık var, ne de hır gür… Sadece huzur… Güzel güneşli bir kış gününde Bodrum’da olmaktan daha güzel ne olabilir ki…

Bodrum hemen kendine alıştırıyor insanı… Ama bizim vaktimiz yok…

3 amigos’un yolu burada ayrılacak…

Ben Bodrum’dan Fethiye’ye giden otobüse, Ahmet ile Leo da Selçuk’a geri dönecek…

Yola yine yalnız devam edeceğim…

Ahmet ile Leo ile yol arkadaşlığımız da en az dostluğumuz kadar sağlam idi… Ama ben her zaman yalnız gezmeyi tercih eden bir seyyahım ve bu hiç değişmeyecek…

FETHİYE – ÖLÜDENİZ -SAKLIKENT

Böylece vedalaşıp, alıp başımı Fethiye’ye gittim…

Fethiye’ye vardığımda hava kararmıştı bile… Yolda gelirken booking.com’dan çok güzel bir hostel buldum. Geceliği sadece 21 TL… Üstelik kahvaltı da dahil… İnanabiliyor musunuz?

Fethiye otogarı şehre yürüyerek 20-25 dakika mesafede… Düz bir caddede o kadar süre yürüdüğünüzde çarşı merkezine varıyorsunuz…

Fethiye Downtown Hostel de tam bu çarşı merkezinde harika bir konumda…

6 kişilik karma odada tertemiz bir yatak beni bekliyor… Downtown Hostel şimdiye kadar kaldığım karma hosteller arasında en temiz ve güzellerinden biri… Banyo ve tuvalet kısımları benim cüssemde bir insan için biraz dar dizayn edilse de temizlik ve düzenlilik açısından ve tabii ki güleryüz bakımından eşsiz… Bir de fiyat tabii ki. Fethiye gibi bir tatil beldesinde 21 TL’ye (6 Euro kadar yani) konaklamak müthiş bir nimet…

Hemen sıcak bir duş alıyorum… Hostel’de sınırsız ve güçlü wi-fi ağı da mevcut… Lobisindeki kafede kahve çay ve atıştırmalık da sunuyorlar. Ama zaten şehir merkezindesiniz ve yürüyerek ulaşabileceğiniz onlarca restoran ve kafe var…

Hostelin ranza sistemlerine ise hayran kaldım. Her ranza perdeli dizayn edilmiş ve adeta minik bir oda gibi. Sıkı durun söylüyorum… Her ranzanın kendine özel bir televizyonu var… Evet kumanda hemen yastığınızın dibinde ve karşınızda kocaman bir lcd tv var… Bir de isteyenler için kulak tıkacı… Tabii ki karma bir odada kaldığınız için tv’nin sesini öyle çok açmamalısınız… Ama makul bir seviyede haberler hatta dizi bile izleyebilirsiniz… Öte yandan kitap okuma lambası da hemen kafanızın üzerine monte edilmiş.. Kimseyi rahatsız etmeden gece boyu kitap okuyabilir yahut seyahat notlarınızı yazabilirsiniz. Yine kafanızın sağında ve solunda iki tane 120 voltluk priz mevcut. Yani birinde bilgisayarınızı diğerinde cep telefonunuzu şarj edebilirsiniz… Ee yani daha ne olacaktı yahu!

Downtown Hostel bu işi biliyor…

Kaldığım odada benim haricimde beş kişi daha vardı ve hepsi istisnasız Uzak Doğu’dan gelmişti… 2 Japon ve 3 Çinli… Hepsiyle kısa sürede arkadaş olduk… Daha sonra hem Ölüdeniz’de hem Kapadokya’da karşılaştık…

Akşam karnım acıkınca Hostel’den ayrılıp hemen yakındaki bir fast food restoranında iyi bir yemek yedim. Vücudun bolca yürümek için enerjiye ihtiyacı var nasıl olsa…

Sonra da Hostel’in lobisindeki kafede biraz vakit geçirip dünyanın dört bir yanından gezmeye gelen yalnız seyyahlar ile kaynaştık ve sonra da güzel bir uyku…

Sabah daha gün ışımadan uyandım ve yepyeni ve uzun bir gün için hazırdım… Hostelden check-out yaptım, helalleştik ve Fethiye içinde bir keşif turu yaptım.

Fethiye’nin asıl adının Meğri olduğunu limanın hemen karşısında inşa edilmiş bir parkta öğrendim.

Meğri ismi 1914 yılına kadar kullanılmış. Sonra bu isim Fethiye olmuş… Neden mi? Hemen anlatayım…

Önce sizi Şam’a götürmem lazım… Şaşırmayın…

Şam’a gidenler bilir Selahaddin Eyyubi türbesinin hemen yakınında Türk hava şehitlerinin mezarları vardır. Bunlar ilk Türk hava şehitleridir ve adları Asteğmen Sadık, Yüzbaşı Nuri ve elbette yüzbaşı Fethi beylerdir… Anladığınız üzere Yüzbaşı Fethi bey o zamanki adıyla Meğrili imiş…

Birinci Dünya savaşında uçağı Şam yakınlarında düşüp şehit olunca Meğri’nin adı o günden bu yana ona hürmeten Fethiye olarak değiştirilmiş… Meğri ise Yunanca’da uzak şehir anlamındaki Makri kelimesinden türemiş bu arada…

İşte limanın yanına inşa edilen parkta Yüzbaşı Fethi Bey’in heykeli ve Fethiye’nin neden Fethiye olduğuna dair tarihi bilgilerin bulunduğu bir anıt yer alıyor…

Fethiye yazın turizm ile zaten oldukça kalabalık ve canlı bir ilçe… Ama kışın da hayat hareketli. İlçe merkezi oldukça canlı…

Hemen merkezde etraftaki tatil yörelerine sizi taşıyacak dolmuşların geçtiği bir merkez durağı mevcut.

Ben de o durağa giderek önce meşhur Ölüdeniz’e doğru yol alıyorum… Çok uzun sürmeyen yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun ardından Ölüdeniz’e varıyorsunuz…

Ölüdeniz ismi çarşaf gibi bir deniz olmasından kaynaklanıyor… Ama bugün yani yılbaşına 2 gün kala burası tenhalığı ile de tam bir ölü deniz…

Saat sabah 10.30 itibariyle çok geniş bir koy görünümünde olan Ölüdeniz plajına vardığımda abartısız söylüyorum plajda yapayalnız idim… Nerden baksan iki kilometre uzunluktaki plajda kimsecikler yoktu…

Issız, sesiz ve Ölüdeniz…

Şöyle durup dinlediğiniz zaman suyun sesinden başka hiçbir şey duyamazdınız…

Ölüdeniz tam olmasını istediğim gibiydi yani… Hemen plajın orta yerinde uzandım ve eşsiz manzarayı seyre daldım… Yemyeşil dağlar tepeler ve masmavi deniz, masmavi gökyüzü… Güneş ise tam karşıdan vücudunuzu ısıtıyor…

Hem de öyle bir ısıtıyor ki, yavaş yavaş üzerinizdekileri çıkarma gereği hissediyorsunuz… Önce atkı bereyi attım kenara… Sonra kabanı… Yine olacak gibi değil, güneş yakıyor… Gömlekten birkaç düğme açayım derken bir de bakmışsınız ki gömleği de çıkarmışsınız… Kışın ortasında güneşleniyorsunuz… Etrafta kimsecikler yok… Çoook uzaklarda bir iki karaltı hareket ediyor… Onlar da benim gibi gelmiş bu tenhalığın tadını çıkarıyor olmalı…

Saat 11’e doğru artık iyice ısınıyor hava… Fırsat bu fırsat diyorum… Hazır yanımda techizatım da var… Evet Aralığın son günlerinde Türkiye’nin geri kalanı birkaç metre kar ve dondurucu soğuklarla mücadele ederken ben tam 1 saat boyunca hafif serin suyun ve tepedeki güneşin tadını çıkarıyorum… Suya beş dakikada vücudum alışıyor… Artık suyun içindeyim.. Deniz zaten çarşaf gibi…

Sudan çıktığımda hemen kurulanmak üzere güneşin altına seriliyorum… Bu arada sessizliği çığlıklar bölüyor…

Önce şaşırıyorum ne oluyor diye etrafa bakınıyorum…

Sonra fark ediyorum…. Ölüdeniz bir de yamaç paraşütçüleriyle meşhur… O ölümüne sessizliğin içinde birer birer Babadağ’tan yamaç paraşütçüleri atlamaya başlıyor…

Tecrübeli pilotlar havada manevra yaptıkça pilotlar eşliğinde uçan turistler de çığlığı basıyor… Gökyüzüne bakıyorum, havada 1, 2, 3, 4, 5… Sonra bir sürü yamaç paraşütü görüyorum… Rengarenk kuşlar gibi sessizce süzülüyorlar, yere yaklaştıkça çığlık sesleri sessizliği yırtıyor…. Sonra her biri havada yarım saat 40 dakika geçirdikten sonra plajın hemen yanına kurulan iniş pistine iniyorlar…

İnişlerini de canlı izliyorsunuz…

Her şey şahane… Yamaç paraşütü kış tarifesinde 175 lira civarında… Eğer fotoğraf ve kamera hizmeti de istiyorsanız bir 100 kağıt kadar daha vermeniz gerekiyor…

Çok yapmak istiyorum ama bu seyahat için ayırdığım bütçede bu tür aktivitelere ayıracak param yok ne yazık ki… Fakat sadece seyretmesi bile yetiyor… Sonra bir gün tabii ki eğer cesaret de edebilirsem ben de atlamayı istiyorum…

Böylece Ölüdeniz’e doyunca, şehir merkezine geri dönüp, bu sefer bir başka minibüs ile Saklıkent’e gidiyorum…

Saklıkent bir buçuk saatten fazla süren sıkıcı ve uzun bir yolculukla varılabilen bir yer… 10-15 kilometre uzunluğunda bir vadide akan çılgın sulardan bahsediyoruz… Muhteşem bir tabiat harikası…

Cüzi bir ücret karşılığında vadiye dalıp kayalıklar arasından şarıl şarıl akan suları seyredebiliyorsunuz.

Fakat bir sorun var… Kış ayının ortasında olduğumuzdan ve yağışlar ve eriyen karlar sebebiyle su olması gerekenden çok daha fazla güçlü akıyor…

Bu sebeple kanyon içinde yürümek zor hatta imkansız hale geliyor…

Yazın ortasında gittiğinizde hafif akan ve bileğinize kadar gelecek sular eşliğinde uzun bir kanyon yürüyüşü yapabileceğiniz bu yerde 5-10 dakika bile gidemiyorsunuz çünkü suyun yüksekliği yer yer belinizin üstüne kadar geliyor ve çok hızlı ve buz gibi akıyor…

Oradaki görevlilere sorduğumda dilersem girebileceğimi ama riskleri olduğunu söylüyor… Bir de bu havada ıslanınca kurumak da zor olacağından vazgeçiyorum… Çünkü Saklıkent, Ölüdeniz gibi sıcak değil… Biraz dağlık bir alan olduğu için oldukça serin…

Saklıkent

Manzaranın tadını çıkarıyor, şarıl şarıl akan suları seyre dalıyorum…

Sonra madem kanyonda suyun içinde yürüyemedim o zaman kendimi vereyim dağ yamaçlarına biraz doğa yürüyüşü yapayım diyorum…

Kanyondan ayrılıp, dağ yollarına vuruyorum kendimi… Yaklaşık 1 buçuk saatlik bir yürüyüşten sonra yanımdan bir araç geçiyor ve ilerde duruyor…

Daha Fethiye’ye dönecek aracımın gelmesine 1 saatten fazla var… Bu araç da bana yol soruyor ben de tarif ediyorum…

Sonra bana Fethiye’ye dönüp dönmeyeceğimi soruyorlar ben de son minibüsü beklediğimi o gelince dönebileceğimi söylüyorlar… O zaman hemen teklif geliyor…

-Atlayın zaten biz de döneceğiz sizi de bırakalım…

Müthiş bir teklif… Zira köy minibüsü şeklindeki vasıta aynen kağnı gibi gidiyor ve çileli bir yolculuk oluyordu. Şimdi ise oldukça lüks bir otomobil ile oldukça hızlı ve kaliteli bir yolculuk ile normalin yarı zamanında Fethiye’ye dönüyorum…

Saklıkent Kanyonu

Beni Fethiye’ye bırakan gezginlere teşekkür ediyorum…

Güzel bir akşam yemeğinden sonra tekrar Fethiye Otogarı’na yürüyorum…

NEVŞEHİR-KAPADOKYA-GÖREME-AKSARAY

Akşam otobüsüm var ve uzun bir yolculuk yapacağım… Hedefim ise Nevşehir yani Kapadokya…

Evet Çanakkale’den bu yana yönüm hem Güney’e ve biraz da Doğu’ya idi… Bu sefer ilk kez tam Kuzey yapacağım… Böylece bu seyahat bir Ege veya Güney turu olmaktan çıkacak ve yeni bir boyut kazanacak…

Uzun ve zorlu bir gece yolculuğu sonunda karlar dolu yolları aşarak sabahın çok erken saatinde Nevşehir Otogarı’na varıyorum…

Daha dün Ölüdeniz’de sımsıcak güneşin altında yüzen ben, şimdi Nevşehir’in buz gibi Otogarı’nda yarım metre kar ortasında tir tir titriyorum…

1 saat kadar beni otogardan Göreme’ye götürecek servis aracını bekliyorum… Nevşehir otogarı da dışarısı kadar soğuk. Maalesef burayı ısıtmayı kimse akıl etmemiş… Turistler de ben de bildiğin üşüyoruz…

Böylece 1 haftadan sonra karlı bir havada geçecen uzun ama güzel bir gün başlıyor benim için…

Dışarıda lapa lapa kar yağmaya devam ediyor…

Derken servis aracı otogara yanaşıyor ve hemen atlıyorum…

Göreme buradan 45 dakika falan mesafede ancak 20 dakika kadar gittikten sonra uzun bir araç kuyruğu ile karşılaşıyoruz…

Maalesef yol kardan dolayı oldukça kaygan olduğundan araçlar gidemiyor… Gitse de tıngır mıngır çok yavaş hareket ediyor… Yolları açmak kimsenin aklına gelmemiş olacak…

Yaklaşık bir yarım saatlik beklemeden sonra biraz hareket etmeye başlıyoruz… Sonra aynı yavaşlıkta Göreme’ye kadar varmak nasip oluyor…

Göreme merkezi de bembeyaz…. Peri bacaları ortasına kurulu bu güzel merkez aynı zamanda 1 haftalık seyahatimin son gününde bana ev sahipliği yapıyor…

Yarın yılbaşı ve ben yılbaşını Yozgat’ta bulunan ablamlar ve o sıralar ziyarete gelmiş olan anneciğim ile geçirmek istiyorum…

O yüzden Göreme’de mümkün olduğunca güzel ve dolu dolu vakit geçirmek istiyorum…

Lakin ortalık bembeyaz… Neyseki kar yağışı duruyor… Sis dağılıyor ve göz gözü görmeye başlıyor…

Ben de “Madem bir günüm var o halde uygun bir tur ile görmem gereken yerleri hızlıca göreyim” diyorum.

Daha önce de Kapadokya’ya gelmiştim ama o zaman yaz zamanıydı… İlk defa kışın geliyorum ve şunu söylemem lazım, yazın zaten muhteşem güzellikte olan Kapadokya, kışın bir başka masalsı ve güzel oluyor…

Göreme merkezinde günübirlik turlar satan bir acente dikkatimi çekiyor. İçeri dalıyorum meğer acentede Akiko adlı bir Japon kadın görev yapıyormuş…

Hemen anlaşıyoruz… 100 lira gibi bir ücrete Kapadokya’nın en önemli yerlerine özel araçlarla ve rehber eşliğinde bizi taşıyacaklar… Buna bir de çay-kahve ikramları ile harika bir öğlen yemeği de dahil…
Açıkçası oldukça uygun bir ücret olduğunu düşünüyorum. Çünkü normalde bizi götürecekleri yerlere tek başıma gitsem, ki bu karlı günde biraz zor, bir de üstüne yemek içmek eklense zaten o kadar bir fiyat edeceğinden oldukça mantıklı geliyor kulağa…

Hasılı kelam… Anlaştıktan sonra beş dakika içinde özel araç yanaşıyor ve ilk durağımız olan Güvercinlik vadisine varıyoruz… Burada araç değiştiriyoruz ve 7 kişilik bir grup oluyoruz. Grupta yine birkaç Arjantinli haricinde uzak doğulu turistler ağırlıklı.

Oldukça iyi bir rehberimiz var… Hem çok güzel anlatıyor hem de oldukça cana yakın bir insan…

Güvercinlik Vadisi

Güvercinlik vadisinde yüzlerce güvercinin tünediği peri bacaları manzarası bir harika…

Burada ayrıca Göreme’nin güzel bir panoramik fotoğrafını çekebilirsiniz…

Burada seyre doyduktan sonra bizi Ihlara Vadisi’ne götürüyorlar… Burası aslında Aksaray iline bağlı. Yani seyahatimize bir şehir daha eklenmiş oluyor…

Karlı ortamda vadide zorlu ama güzel bir yürüyüş yapıyoruz… Vadinin hemen en dip noktasında bizi güzel bir öğlen yemeği bekliyor. Cayır cayır yanan odun sobasının etrafında sıcacık çorba ile güveçte pişmiş et ve tavuklarımızı afiyetle yiyoruz. Sıcak çayımızı da içtikten sonra enerji dolu bir şekilde vadide biraz daha yürüdükten sonra Selime Manastırı’na gidiyoruz… Burası aynı zamanda Star Wars filminin yönetmeni George Lucas’ın filmin sahnelerini çekmek istediği yer olarak biliniyor. Rivayete göre dönemin Türk hükümeti siyasi sorunlar olduğundan bu izni Lucas’a vermiyor, o da gidip Kapadokya görünümlü bir seti Fas’ta inşa ettiriyor ve filmi orada çekiyor…

Tam da o günlerde Star Wars filminin 7. Bölümü Force Awakens gösterime girdiğinden güzel bir hisle mekanı geziyorum…

Selime Manastırı

Gerçekten de bu dünyadan olmayan bir yapı gibi.. Doğal bir kayanın içine oyulmuş koca bir şehir gibi…

Tur kapsamında gittiğimiz bir başka mekan ise Derinkuyu yer altı şehri…

Sekiz katlı bu yer altı şehrinin mimarisine hayran kalmamak elde değil… O dönem Hıristiyanları avlayan Romalı akınlarından kaçmak isteyen yerli halk tarafından bu tarz 60 kadar yer altı şehrinin bu bölgeye inşa edildiği biliniyor… Kazıması kolay olan killi toprağı kullanarak yer altında uzun müddet yaşanabilecek mekanlar inşa edilmiş…

Tünellerle birbirine bağlı bu şehirlerde gezerken o günleri yeniden yaşıyorsunuz…

Tur kapsamında daha sonra birkaç yöreye özgü taş fabrikası ve lokum üretim tesisine gidiyorsunuz…

Böylece dolu dolu bir gün sona eriyor… Tur aracı normalde Göreme’ye geri dönüyor ama beni Nevşehir merkezindeki otogara bırakmalarını rica ediyorum. Zaten yol üzeri de olduğundan memnuniyetle kabul ediyorlar…

Böylece 1 haftalık seyahatim Nevşehir Otogarı’nda beni Yozgat Otogarı’na götürecek araçta son buluyor…

YOZGAT

Bundan sonraki 3 gün de Yozgat’ta hem yılbaşında hem de sonrasında ailemle geçiriyorum. Yozgat şehir merkezini de bir güzel geziyorum…

Yozgat Çapanoğlu Camii

Yozgat deyip geçmeyin müzesi, saat kulesi, Çapanoğlu camii, mecburiyet caddesindeki Yozgat Lisesi görülmeye değer eserler arasında yer alıyor…

Bir de Yozgat’ın yüzü yamultan soğuğu var tabii ki…

Böylece yılbaşının birkaç gün sonrasında İstanbul’a dönüyorum ve bir dahaki yolculuğun hayallerini kurmaya şimdiden başlıyorum…

, , , , , , , , , , , , ,


Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir