SEYAHAT

DOĞU EKSPRESİ VE BÜYÜK DOĞU SEFERİ

6 Haz , 2019  

ANKARA-KARS-IĞDIR-DOĞUBEYAZIT-VAN-AKDAMAR-DİYARBAKIR-HASANKEYF-MARDİN-ŞANLIURFA-GÖBEKLİTEPE

2019 yılı Ramazan ayı benim için aklımdaki bir çok önemli destinasyonu gördüğüm bereketli bir ay oldu. Ramazanın ortalarında 3-4 günlüğüne Olympos’a kafa dinlemeye gittikten sonra nihayet 27 Mayıs’ta Ramazan ayının son haftasında Doğu Ekspresi Treni’nden bilet aldım. Doğu Ekspresi 29 Mayıs 2019’dan itibaren turistik bir sefere dönüştürüleceği ve benim aldığım sefer neredeyse klasik Doğu Ekspresi’nin son seferi olduğundan kendimi oldukça şanslı sayıyordum. Nitekim Ramazan olması nedeniyle çok kolay bir şekilde birkaç hafta önceden bilet bulabildim. Doğu Ekspresi genelde kışın tercih edilen bir sefer ama ben adet olduğu üzere her destinasyona en az popüler olduğu dönemde gitmeyi tercih eden biri olarak Doğu Ekspresi’nin bu en tenha ve son zamanını kaçıramazdım. Trenin 7 numaralı vagonunda iki yataklı 19-20 nolu kompartımanını sadece 235 lira gibi uygun bir ücrete kapattım.

Ben o sırada Konya’da bulunuyordum böylece saat 11.00’de Konya’dan Ankara’ya giden YHT’de yerimi aldım ve öğlen 13.00 civarı Ankara’ya geldim. Ankara’da muhteşem bir tren garı inşa edilmiş. Tren garında her ihtiyacınıza ulaşmanız mümkün. Sırt çantamı akşam geri almak üzere otomatik emanet dolaplarına 4 saatliği sadece 8 lira gibi bir ücrete emanet ettim. Bu dolaplarda hiçbir insanla muhatap olmadan çok rahat bir şekilde çantanızı emanete bırakıp kilitleyebiliyor, ödemenizi 1 TL’lik demir para veya 5 ve 10 TL’lik kağıt banknotlarla yapabiliyorsunuz. Yükümden kurtulduktan sonra gardan yürüme mesafesindeki Maltepe metrosuna binerek Ankara’nın kalbinin attığı Kızılay’a gittim. Burada sağda solda gezdikten sonra, eskiden 2 buçuk yıl beraber teşriki mesai yaptığım Mehmet abimi ziyaret etmek üzere Meşrutiyet caddesindeki büroya uğradım. Oradan çıkınca da Avrupa seyahatinde tanışıp arkadaş olduğumuz değerli insan Nisa Gülhan ile de bir kahve içtik ve sağolsun beni saat 18.00’deki trenimin kapısına kadar uğurlama nezaketi gösterdi.

26 SAAT SÜREN EFSANE BİR TREN YOLCULUĞU

Böylece Doğu Ekspresi’ndeki yerimi almıştım ve tarifeye göre 24 saat gerçekte ise 26 saat süren efsanevi yola başlamıştım.

Doğu Ekspresi’nin iki yataklı kompartımanında ihtiyacınız olan her şey var desek abartmış olmayız. Bir açılır kapanır masa, bir mini buzdolabı, bir lavabo, askılıklar, konforlu güzel iki yatak, yataklar kapatılınca ortaya çıkan iki konforlu koltuk, geniş ve güzel bir pencere, telefonunuzu şarj edebileceğiniz bir priz, havlular, terlik ve elbise dolabı gibi tam bir otel odası konforu mevcut.

Ancak yemekli vagonda sadece abur cubur ve sıcak-soğuk içecekler satıldığından yemeğinizi yanınızda götürmeniz gerekiyor. Ben de önceki günden 6 adet sandviç ekmeğine özenle hazırlanmış peynirli-salamlı-jambonlu sandviç, iki konserve ton balığı, bir adet büyük meyve suyu, bir buçuk litre içme suyu, kahve için termos, bir paket karışık kuruyemiş, bir iki bisküvi getirmiştim. Bunun yanısıra size ikram olarak TCDD de buzdolabında iki adet küçük boy meyve suyu, iki adet Çizi tuzlu bisküvi, iki adet Albeni karamelli çikolata, iki adet küçük bardak boy su veriyor. Dolayısıyla bu kadar yiyecek ile çok rahat bir şekilde 24 saat geçirebiliyorsunuz. Kahve işini de şöyle çözdüm: Yanımda suyu sıcak tutan bir termosum vardı. Yemekli vagon bölümünden bardakta çubuk olarak çözünen filtre kahve + kaynar suyu 3,5 liraya satıyorlar. Ben termosumu 3 adet bunlardan doldurarak neredeyse 1 litreye yakın kahve elde ettim ve bu bana yol boyunca fazlasıyla yetti. (Erzurum’da istasyonda durduğunuz zaman cağ kebabı alacak kadar zamanınız olabiliyor. Önceden ısmarlarsanız hazırlıyorlar ve tren durduğunda hemen alabiliyorsunuz ayrıca. Ben gerek görmedim. Cağ Kebabı’nı daha sonra Iğdır’da sakin sakin ve tadını çıkararak yedim.)

Dilerseniz gidip güzel tertip edilmiş yemekli vagonda da çay kahve içip manzara seyredebiliyorsunuz tabii… Fiyatlar oldukça makul. Çay bir buçuk lira mesela. Kahve ise dediğim gibi üç buçuk lira.

Her vagonun başında ve sonunda toplam iki adet tuvalet bulunuyor. Bunlardan biri alaturka diğeri ise alafranga olarak düşünülmüş. Tuvaletlerde tuvalet kağıdı ve su-sabun bulunuyor. Hijyen orta derecede. Daha doğrusu yolculuğun başında gayet temiz ancak insanımızın tuvalet kullanım alışkanlıkları nedeniyle yolculuğun ilerleyen saatlerinde kirlenebiliyor. Eğer bulduğunuz gibi tuvaleti bırakma alışkanlığı herkeste olsa gayet temiz lavabolar var diyebilecektik.

Doğu Ekspresi treni akşama doğru 18:00’de Ankara’dan kalktıktan sonra sırasıyla gece boyunca Kırıkkale-Kayseri ve Sivas’tan geçiyor… Sivas’ı geçerken hava aydınlanıyor ve gündüz bölümünde de harika manzaralar eşliğinde Erzincan-Erzurum ve nihayet Kars’a kadar uzanıyor. Sefer normalde 24 saat olarak planlansa da toplamda 26 saat kadar sürdü. Ancak ben yol boyunca sürekli yatarak ve eğlenerek zaman geçirdiğim için hiç yorulmadım desem yeridir. Hiç yorulmadım ve tabii ki hiç de sıkılmadım.

Eğer siz de benim gibi kendi kendine zaman geçirmekten ve kafa dinlemekten hoşlanan biriyseniz Doğu Ekspresi elbette tek başına da yapılabilecek hoş bir aktivite haline geliyor. Ama 2’şerli veya 4’erli arkadaş gruplarıyla da yapanlar çoğunlukta ve bunlar genelde gürültücü ve eğlenen tayfa oluyor. Bir de romantik çiftler var tabii…

Ben ise yol boyunca en sevdiğim müziklerden hazırladığım playlisti dinledim, en sevdiğim kitapları (roman-şiir ve felsefi) okudum, zaman zaman sadece pencereden dışarıdaki manzarayı izledim ve bazen de trenin içinde dolaşarak neler varmış diye göz attım.

Eğer Doğu Ekspresi’nin kışın yapıyorsanız şahane kar manzaraları görme imkanınız olduğu bir gerçek. Ama benim gibi kar fetişisti olmayan biriyseniz, bence doğu şehirlerine gitmenin en güzel zamanı kesinlikle ilkbahardır. Bir kere doğu illeri ciddi anlamda soğuk iller. Kışın gerçekten her yer buz kesiyor oralarda. Yazın da haliyle özellikle güney doğu sıcak olur. Ama ilkbaharda bütün doğu illeri şahanedir. Ne sıcaktır ne soğuk. Tam kıvamındadır. Her yer cıvıl cıvıldır. Eriyen kar suları nedeniyle dereler çağlar, gelincikler papatyalar ve bilumum kır çiçekleri her yeri sarar, kelebekler ve envai çeşit kuş türü hiç bitmeyen bir konser verirler. Ben de işte böyle harika bahar manzaraları eşliğinde 26 saat geçirdim. Gece karanlığı çöktüğünde Chopin’den Nocturne dinleyip uzayan ıssız tren yollarında bizi çevreleyen parlak yıldızlara gözümü diktim ve hayal kurdum. Gün ışığında ise en sevdiğim rock parçalarını sözgelimi Freddie Mercury dinleyip ufukları seyre daldım. Kah klasik müzik dinledim, kah Ermeni çalgısı Duduk ile çalınan mistik parçalar… Bazen de müziği kapatıp sadece trenin ve doğanın sesine kulak verdim.

Bir yandan da Gonçarov’un Oblomov adlı romanını, Bertrand Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi’ni ve Ataol Behramoğlu’nun Dünya Şiir Antolojisi’ni okudum… Elbette bütün bu kitapları yanımda taşımadım. Bir adet e-kitap ile yanınızda yüzlerce hatta binlerce kitap taşıyabiliyorsunuz. Herkese e-kitap kullanmayı tavsiye ediyorum bu açıdan. Özellikle seyahatlerde bütün kütüphanenizi yanınızda taşıdığınızı ve canınız ne isterse onu okuduğunuzu düşünün. İşte e-kitap böyle bir cihaz…

İşte böyle efsanevi bir 26 saatin sonunda 28 Mayıs akşamı saat 20.00’de Kars Tren Garı’na ulaştım. Hemen tren garından 10 dakikalık bir yürüyüşle Kars’ın merkezine ulaşıyorsunuz. Burada aslan heykelinin hemen yanıbaşındaki Konak Otel’de 80 lira gibi uygun bir fiyata konakladım. (Türkiye genelinde şehir otelleri bu fiyat civarında olur). Elbette Doğu Ekspresi ile bu coğrafyalara gelmişken sadece Kars’ı gezip geri dönmek gibi bir niyetim yoktu. Kafamda muhteşem bir rota çizmiştim ve geri dönüş yolunda bütün bu noktalara uğramaya can atıyordum.

KARS’TA ESKİMEYEN BİR DOST BENİ KARŞILIYOR

Bütün rotayı tek başıma hallederim diye düşünürken dostlarınız hiç ummadığınız yerde size yardımcı olabiliyor. O taraflara geldiğimi öğrenen arkadaşım Musa Ay zahmet edip ta Kars’a kadar gelerek bana yardımcı olacağını söylediğinde hem mahcup oldum hem de bu cazip teklifi reddedemedim. Nitekim Iğdır’da bir kamu kurumunda çalışan ve daha önce Avrupa seyahatinde tanıştığımız ve dost olduğumuz Musa arkadaşımla ertesi gün Kars kalesinin eteklerinde buluştuk. Benim için kurumdan iki gün izin almış ve arabaya atlayıp ta Iğdır’dan Kars’a kadar gelmişti. Beraber Kars kalesini ve civarındaki tarihi eserleri gezdik. Kalede soluklanıp Kars manzarası eşliğinde çay-kahve veya soğuk bir şeyler de içebiliyorsunuz. Kalenin eteklerinde ise tarihi bir köprü ve önemli cami-medrese-türbe gibi yapılar sizi bekliyor. Bütün buraları bir çırpıda gezdikten sonra aracımıza atlayarak ilk hedefimiz olan Ani Harabelerine doğru yol aldık. Kars’a kadar gelmişken mutlaka görülmesi gereken bir yer Ani Harabeleri. Hatta cümlemi şöyle düzeltiyorum. Sırf görmek için mutlaka Kars’a kadar gelinmesi gereken bir yer. Kars merkeze 45 km kadar mesafede bulunuyor. Kendi aracınızla gidecekseniz hiçbir sıkıntı yok. Ancak toplu taşıma işi biraz sıkıntılı. Bir taksi ile fiyatta anlaşarak gitmeniz en kolay seçenek gibi görünüyor. Ama en ucuz seçenek ise Kars merkezden İl Özel İdaresi’nin günde 2-3 defa kaldırdığı ve 5-10 lira gibi bir ücretle ören yerine giden yarım otobüsler.

MUHTEŞEM ANİ HARABELERİ

Ani Harabeleri dediğimiz yer 900’lü yılların sonu 1000’li yılların başında bu bölgede hüküm kuran Ermeni hükümdarların kurduğu muhteşem bir kent aslında. Ermeni sınırına sıfır noktasında bulunan bu eski yerleşimde hala kısmen ayakta duran çok sayıda önemli eser bulunuyor. Ermeni Pakraduni hükümdarlarının başkentliğini yapmış bu şehir zaten oldukça üstün olan Ermeni mimarisinin eşsiz eserlerine ev sahipliği yapıyor. Tarihi özelliğinin yanısıra hem iki ülkenin sınırında yer alması açısından ilginç bir destinasyon hem de tabiat özellikleri ile seyir zevki veren bir yer. Karasu nehrinin burada Türkiye’yi Ermenistan’dan ayırıyor. Bu arada küçük bir uyarı… Eğer telefonunuz otomatik şebeke ayarında ise burada Ermeni şebekesine geçerek faturanızda size üzücü sürprizler yaratabilir. Dolayısıyla bu konuda özellikle tedbirinizi almanızı ve şebeke aramayı kapatmanızı veya telefonu tümden kapatmanızı tavsiye ederim. Zaten bölgede radyolar bile Ermeni radyolarını çekiyor. Dolayısıyla şebekeniz de siz farkında olmadan yurt dışı tarifesine geçerek size pahalıya mal olabiliyor.

Ani Harabeleri dediğim gibi çok büyük bir alan ve en az 2-3 saatinizi ayırmanız gerekebilir. Koştura koştura gezmek istemiyorsanız çok zaman ayırmanızda fayda var diyebilirim. Ören yerinin hemen girişinde bilet satılan yerde sıcak-soğuk içecek ve atıştırmalıklar satan küçük bir yer var. Ayrıca tuvaletler de mevcut. Hatta ören yerinin tam karşısında büyük ve güzel bir tesis inşaatı şu sıralar bitmek üzere. Burada hem oldukça temiz tuvaletler hem de çok sayıda muhtemelen yöresel ürün ve hatıra eşyalarının satılacağı dükkanlar mevcut olacak yakında…

Özetle Ani Harabeleri mutlaka görmeniz gereken bir yer diyebilirim…

Burayı gezdikten sonra Musa ile beraber Iğdır’a hareket ediyoruz. 136 kilometrelik keyifli ve Ağrı Dağı manzaralı bir yolculuktan sonra Iğdır’a varabiliyorsunuz. Iğdır tam Ağrı Dağı’nın eteğinde bulunan geniş bir ovada kurulu şahane bir şehrimiz. Bölgenin bu açıdan iklimi en sıcak ve yeşil şehri olarak dikkat çekiyor. Tokyo’daki Fuji manzarası ne ise Iğdır’da Ağrı Dağı manzarası o diyebilirim. Gerçekten büyüleyici bir dekor… Iğdırlılar her sabah Ağrı Dağı ile selamlaşma ve bütün gün onun ihtişamını seyretme şansına sahipler. Bu açıdan oldukça şanslı olduklarını söylemem gerekiyor. Çünkü Ağrı dağı ihtişamıyla ve büyüklüğüyle gerçekten görenleri büyüleyen eşsiz bir tabiat şaheseri.

TÜRKİYE-ERMENİSTAN ARASINDA İKİ KÖY

Iğdır’a giriş yapmadan önce birkaç yere uğruyoruz tabii ki… Bunlardan birincisi yine Türkiye ve Ermenistan sınırının sıfır noktasında bulunan ve biri Türk biri Ermeni iki köyü birbirinden ayıran Karasu nehrinin bulunduğu ilginç noktaya uğruyoruz. Bir yanda Türkiye köyü Halıkışla hemen yanıbaşında ise Ermeni köyü Bagaryan… Aralarında ise epik güzelliği ile Karasu nehri… Karasu nehrine asfalttan sonra biraz ormanlık ve tarla yollarından geçerek kısa sürede ulaşabiliyorsunuz. Fakat biz Musa ile arabayı bıraktığımız noktayı dönüş yolunda tekrar bulamadık ve ormanda biraz kaybolduk gibi oldu… Neyseki yolumuzu değiştirerek çok uzak olmayan bir noktadan tekrar asfalta çıkarak köye girişi bulduk ama kısa süreli bir heyecan da yaşamadık değil… Düşünsenize arka tarafınız başka bir ülkenin sınırı ve daha biraz önce o sınırda devriye gezen birkaç Ermeni askerini karşıdan görmüşsünüz… Böyle bir ortamda yolunuzu kaybediyorsunuz… Acaba fazla yürüsek Ermenistan tarafına geçip diplomatik bir krize neden olur muyuz diye de düşündük… Ama tabii bu heyecan uzun sürmedi ve hemen aracımızı bulduk. Bu da tatlı bir heyecan oldu bizim için.

TUZ MAĞARALARINA ARABAYLA DALDIK

Bu ilginç yerden sonra ise Iğdır’a varmadan hemen önce Tuzluca adlı ilçede bulunan Tuz Madeni’ne uğradık. Burası hayatımda gördüğüm en ilginç yerlerden biri. Zira bildiğiniz tuz mağaralarına arabanız ile giriş yapabiliyorsunuz. Ben önce arabayı mağara girişinde park edeceğimizi zannediyorken, Musa birden mağaraların içine daldı. İçeride sadece giriş tarafında ufak bir aydınlatma var. Daha derinlere aracınızı sürdüğünüz zaman ise tam anlamıyla bir zifiri karanlık sizi karşılıyor. Cidden aracın uzun farları bile burayı aydınlatmaya yetmiyor ve en fazla birkaç metre ötesini görebiliyorsunuz. Öyle bir karanlık ki… Biz 200-300 metre gittik veya gitmedik hemen heyecana kapıldım. Zira yollar yer yer çatallaşıyor ve fazla giderseniz geri dönüş yolunu bulmanız imkansız hale gelebilir. Musa’nın dediğine göre bu maden 2-3 kilometre böyle çatallaşarak gidiyormuş. İçeride zaman zaman kaybolanlar da olmuyor değilmiş. Ancak buranın bir başka özelliği ise astım-bronşit gibi göğüs hastalıklarına müthiş bir şifa olmasıymış. Musa’nın bizzat yakınlarından biri bu mağaralara sadece 10 gün boyunca gelip içeride günde 5-6 saat soluk alıp vererek astım hastalığından kurtulmuş. Artık ilaç kullanmıyormuş. Bu işin bilimsel yönünü yöredeki üniversiteler araştırıyor ve yakın zamanda burada bir sağlık turizmi yapılabilir mi diye de düşünülüyormuş. Muhakkak araştırılması gereken bir şey diye düşündüm ben de. İster şifa için olsun ister gezmek için, bu mağaralara muhakkak gelmelisiniz. Mağara duvarları bildiğiniz tuz kayalarından oluşuyor ve elinize dokunup tattığınız zaman da tuz tadını alabiliyorsunuz. Hali hazırda bir firma bu mağaralardan sofra tuzu üretiyor. Zaten mağaraya onların izniyle giriyorsunuz ve kolay kolay kimseye hayır demiyorlar. İçeride birkaç madenci ile de karşılaştık. Ama çok derinlere gitmenizi tavsiye etmem, her ne kadar çok geniş ve güvenli de görünse, karanlık olduğu için yolunuzu kaybetmeniz an meselesi…

Bu iki güzel noktadan sonra Iğdır merkezine doğru devam ettik ve neticede güzel Iğdır şehrine vardık.

IĞDIR AKŞAMLARI

Iğdır’ın Vali yolu girişinde bulunan şirin bir restoranda şişi sadece 7,5 liraya muhteşem cağ kebabı yeme fırsatı yakaladım. Oldukça lezzetli ve bence bir hayli ucuzdu. İstanbul’da şişine 13-15 lira ve daha fazlasını verenler bu fiyatı duyunca kıskanacaktır diye düşünüyorum. Cağ kebabı yedikçe canı çektiren ama şiş başına fiyat ödediğiniz için bir yandan da yerken düşündüren ilginç bir kebap gerçekten. Bence İstanbul’da düşüne düşüne yiyeceğinize Doğu illerinde böyle rahat rahat yemek daha mantıklı. Üstelik buradaki etin kalitesini de varın siz düşünün…

Iğdır Valilik yolu denilen caddede çok sayıda kafe-restoran var ve akşamları burası adeta bir panayır yerine dönüşüyor. Canlı müzik yapan yerler bile mevcut. Gündüz ise kahvehaneleri ile meşhur İdirmava Kahvehaneleri denilen ve onlarca kahvehane bulunan sokaklarında sosyalleşebilirsiniz. Burada çay ve kahve içmek oldukça keyifli oluyor.

ÜÇ ÜLKEYİ BİR ARADA GÖREBİLECEĞİNİZ BİR TEPE

Akşamı bolca sohbet muhabbet ve çay eşliğinde bitirip, Musa’nın beni ağırladığı evine giderek dinleniyoruz. Sabah da Iğdır merkezinde kahvaltımızı yaptıktan sonra yine beraberce Ağrı Doğubeyazıt’a doğru yola çıkıyoruz. Doğubeyazıt yolunda Ağrı dağının etrafından dolanarak bu sefer diğer yakasına ulaşıyorsunuz. Ancak bu tepeyi tırmandığınız zaman önce aracınızı bir sağa çekip arkanızdaki Iğdır ovasına bakmanızı öneriyorum. Zira burada çok eşsiz bir deneyim sizi bekliyor olacak. Iğdır ovasından Ağrı’nın eteklerine çıktığınız bu noktada arkanızda tam üç ülkeyi bir arada görebileceğiniz uçsuz bucaksız bir ufuk sizi bekliyor. Evet bir yanda muhteşem Iğdır ovası ve Türkiye… Hemen arkasında boylu boyunca uzanan Erivan ve Ermenistan, sağ tarafta tepelerin ardında ise Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge olan Nahçivan şehri… Bir yanınızda Ağrı Dağı, öte yanda Ermenistan’daki Ezidilerin yaşadığı Alagöz (Elegez) dağı… Gerçekten şahane bir yer burası… Ben yapı itibariyle uçsuz bucaksız ufukları çok severim. Ama bir yandan da aşılmaz görünen dağlar benim için bir cazibedir. İkisini bir arada sunan ve üç ülkeye bir arada bakabildiğiniz böyle bir nokta ise herhalde benim için bir nevi nirvana noktasıdır diyebilirim.

NÜKLEER TEHLİKE YANIBAŞIMIZDA

Bu arada Ermenistan’da bulunan ve dünyadaki en tehlikeli nükleer santral olarak tasnif edilen Metzamor santrali de buradan çok net bir şekilde görünüyor. Iğdır şehrine ve dolayısıyla Türkiye’ye nasıl bir tehdit teşkil ettiğini de açıkça görebiliyorsunuz. Çernobil’in çok gündem olduğu bu dönemde Metzamor santralinin yanıbaşımızda bir heyula gibi durması beni epey ürküttü açıkçası. Bu santral 1977’de inşa edilmiş ve Iğdır’a sadece 16 km uzaklıkta… Ermenistan’ın enerji ihtiyacının yüzde 40’ını tek başına karşılayan bu santral oldukça eski… Bir deprem bölgesinde bulunan ve deprem direnç sistemi bulunmayan bu santral ayrıca nükleer yakıtını koruyacak bir koruma havzasına da sahip değilmiş. Bu nedenle dünya üzerinde halihazırda en büyük tehlike arz eden santral olarak ün salmış. Ermenistan’daki çevreciler Erivan için de büyük tehlike arz eden bu santralin kapatılması için 40 yıldır protestolar yapıyor ancak Ermenistan böyle bir enerji kaynağından kolayca vazgeçecek gibi görünmüyor. İşte Iğdır tepelerinden çıplak gözle görülen bu korku filmi beni de dehşete sevk etti açıkçası. Dünya nükleer enerjiyi terk ederken bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri ise nükleer enerjiyle yeni tanışıyor ve halihazırda bizim ülkemizde de iki adet nükleer santral inşa ediliyor. Çernobil deneyimi yanı başımızda iken böyle bir maceraya atılmak ne kadar akılcı tabii başka bir tartışma konusu…

AĞRI DAĞI İLE SOHBET EDE EDE DOĞUBEYAZIT’A

Bu duygular ile aracımıza tekrar atlayıp Ağrı dağı ile sohbet ede ede Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesine geliyoruz. Doğubeyazıt, İshak Paşa sarayı sayesinde bir cazibe merkezi haline gelmiş. Merkezi oldukça kalabalık ve hareketli olan ilçe erkek kalabalığı ile de meşhurmuş. Öyle ki, Doğubeyazıt’ın tek ve en önemli caddesinde özellikle akşam iftar saatinden sonra aynı anda 10 bin kadar erkek yürüyormuş… Burada kadın olmak oldukça zor olsa gerek. Tabii ki erkek egemen bir yapıya sahip olduğu için kadınlar sosyal hayat içinde çok yer almıyor. İşsizlik de çok olunca erkekler genelde sokakta boy gösteriyor. Bu ilginç sosyolojik tespitten sonra ilçeye sadece 5 kilometre mesafede bulunan muhteşem İshakpaşa Sarayı’na çıkıyoruz. Buraya aracınızla çok rahat gelebilirsiniz.

VE İSHAK PAŞA SARAYI

Saray gerçekten muazzam, 116 odalı, türbe, cami, haremlik, selamlık, mutfak, hamam gibi yapıları barındıran tam teşekküllü bir eser. Özellikle sarayın giriş portali, İshak Paşa türbesi ve en önemlisi de muhteşem dizayn edilmiş Muayede salonunu görmenizi şiddetle tavsiye ederim. Ünlü Kürt düşünür Ahmed-i Hani’nin de türbesi hemen sarayın karşısında bulunuyor. Zira Ahmed-i Hani bu sarayda katiplik yapmış ve buraya defnedilmiş. Sarayın yapımının 99 yıl sürdüğü iddia ediliyor. Saray 1784’te Çıldıroğulları’na mensup İshak Paşa döneminde yapılmış ve dolayısıyla bir Osmanlı dönemi eseri olarak tasnif ediliyor. Ama klasik Osmanlı mimarisinden çok farklı notalar taşıdığı ve eşsiz bir güzelliğe sahip olduğunu söylemem gerekiyor. Zaten Anadolu’da Osmanlı yapısı saraya pek rastlamanız mümkün değil. Bu açıdan çok önemli bir örnek. Dağların tepelerin arasında muhkem bir noktada bulunan saray harika manzarasıyla da sizi büyülüyor.

Zaten dik bir tepede inşa edilmiş İshak Paşa Sarayı’nı yukarıdan gören bir noktadan fotoğraflamak da buraya gelenlerin adeti olmuş elbette. Ancak siz de benim gibi aşırı yükseklerden rahatsızlık duyuyorsanız birazcık yükselti ile iktifa edebilirsiniz. Öte yandan sarayın çevresinde halihazırda devam eden bazı restorasyon ve seyir tepesi düzenlemeleri de dikkatimizi çekti. Yakın zamanda aracınızla çıkabileceğiniz bir seyir noktası da yapılan çalışmalar arasında diye tahmin ediyorum.

AHMED-İ HANİ’Yİ DE ZİYARET ETTİK

Evet İshak Paşa Sarayı’nı ve ünlü Kürt alimi Ahmed-i Hani’nin türbesini de ziyaret ettikten sonra Doğubeyazıt’ta biraz soluklanıyoruz. Burada Musa arkadaşım ile yollarımız ayrılıyor. Zira o benim için zaten yeterince zahmete girmiş oldu ve artık Iğdır’a dönmesi gerekiyor. Kendisine minnettarlığımı iletip, teşekkür edip, Van dolmuşuna atlayarak 3 saatlik Van yolculuğuma başlıyorum.

VAN YOLUNDA MÜTHİŞ BİR SÜRPRİZ

Van dolmuşunda uzun süre yanıma kimse oturmuyor. Ancak Çaldıran civarında biri biniyor ve yanıma oturuyor. Oturur oturmaz müzik dinleyip derin bir uykuya dalıyor. Belli ki yorgun. Günün sonlarına doğru geliyoruz. Tam Van’a yaklaşırken kendisine merkeze nasıl gideceğimi soruyorum. Beraber inelim diyor. İniyoruz. Sonra tabii tanışma faslı geliyor ve müthiş bir tesadüf yaşadığımızı anlıyoruz. Meğer yanıma oturan kişi Hataylı bir hemşehrim imiş. Hatay’ın Samandağ ilçesinden, Çanakkale’de üniversite okumuş ve sağlık görevlisi olup, ilk atamasında Van Çaldıran’a gelmiş ve iki yıldır burada çalışıyor. Van Merkez’de oturup her gün Çaldıran’a gidip geliyormuş. Hemşehrim Önder Özen, büyük bir misafirperverlik göstererek beni otele bırakmayacağını söylüyor. Van Beşyol’da bulunan evine davet ediyor… Beni çok mutlu eden bir tesadüf oluyor bu. Zahmet vermek istemesem de ısrarlara dayanamıyorum ve beraber gidiyoruz. Akşama doğru beraber Van’ın en önemli caddeleri olan Maraş ve Cumhuriyet Caddelerine gidiyoruz. Van’daki Sanat ve Kültür sokaklarına uğruyoruz. Gece çok geç saatlere kadar oldukça kalabalık olan bu caddelerde adeta adım atacak yer bulunmuyor. Yemek yeyip Sanat sokağında bir kafede çaylarımızı yudumluyoruz. Oldukça güzel ve gençlerin cıvıl cıvıl olduğu bir atmosfere sahip bu mekanda gece geç saatlere kadar oturuyoruz. Ertesi gün sabah saat 6’da 24 saatlik nöbetine gidecek olan Önder, “Sen keyfine bak ne zaman istersen uyanır kapıyı çeker çıkarsın. Ben sabah nöbete gideceğim. Seni uyandırmadan çıkarım” diyor. Bu alicenaplığı beni daha çok duygulandırıyor.

EŞKIŞKIN YEDİM

Nitekim ertesi gün uyandığımda Önder çoktan Çaldıran’a nöbetine doğru gitmiş oluyor. Ben önceki gece satın aldığım Uçgunlar yanıbaşımda gülerek uyanıyorum. Evet Doğu Anadolu’da şu an uçgun mevsimi imiş… Uçgun hani şu internette meşhur olan “eşkışkın” ya da diğer adıyla yayla muzu veya dağ muzu… Muz dediğimize bakmayın ekşi tadıyla dikkat çekiyor. Uzun yeşil, etli ve sulu bir bitki. Aslında kabuğu soyulursa içi o kadar ekşi değilmiş. Erik gibi tuz dökerek de yenebiliyor. Şu sıralar Van’da herkes uçgun yiyor. Kilosu üç-beş lira falan. Çok pahalı değil. 

VAN GÖLÜ’NDE AKDAMAR ADASI’NA YOLCULUK

Van’da hedefim Akdamar adasına gitmek… Sırf bunun için geldim diyebilirim. Çünkü daha önce Van’a gelişlerimde bir türlü Akdamar’a gitme fırsatım olmamıştı. Van Otogar’ından Gevaş minibüslerine bindiğiniz zaman 40 kilometre sonra Gevaş’a varıyorsunuz. Gevaş’ta Akdamar adasına giden birkaç farklı iskele bulunuyor. Minibüsler sizi en yakın olanında indiriyor. Ben buraya geldiğimde sabahın çok erken saatiydi, daha saat 9.00 bile olmamıştı. Haliyle benden başka kimse de yoktu. Buradaki tekneler en az 10 kişi olmadan kalkmıyormuş. Önce bir endişe ettim ama buraya kadar gelmişken Akdamar’a gitmeden geri dönecek değildim. “Olsun ben beklerim” dedim görevliye… Tabi boş boş beklemedim ve tur firmasının lokantasına kuruldum. Van Gölü manzaralı harika bir Van kahvaltısı yaptım. Zaten ben otlu peynirli, kavurmalı, ballı kaymaklı kahvaltımı yapıp çaylarımı yudumlayana kadar 10 kişi kadar bir turist grubu toplanmış oldu. Böylece saat 11.00 civarında Akdamar’a doğru teknemizin kalkacağı söylendi. Benim kahvaltım 35 lira tuttu. 20 lira da gidiş dönüş Akdamar tekne ücreti… Tekne ile Akdamar’a ulaşmak 30 dakika sürüyor. 1 saat orada gezmeniz için zaman veriliyor. Geri dönüş de yarım saat. Toplamda 2 saatlik bir tur… Oldukça yeterli… Nitekim muhteşem mimarisiyle Akdamar kilisesinin bulunduğu Akdamar adasına yanaşıyoruz. Kilisenin dış cephesindeki taştan kabartmaların her biri dini bir olayı anlatıyor ve gözlerinizi onlardan alamıyorsunuz. Akdamar adası da harika tabiatı ile tam bir cennet… Martılar ve diğer deniz kuşlarının mesken tuttuğu bu adadan muhteşem bir Süphan Dağı manzarası ve Van gölü etrafındaki tepeleri karlı diğer dağlar ve turkuaz rengiyle muhteşem Van Denizi… Evet göl demek aslında az gelir, Van Gölü bir deniz gibidir ve insanı efsanevi görüntüsüyle büyüler. Akdamar’a giderek Van Gölü ile daha çok hemhal olmanızı ve gelmişken harika kiliseyi de ziyaret etmenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Akdamar Kilisesi

OTOSTOP YAPARAK TATVAN’A GELİŞİM

Böylece Akdamar’ı da gezdikten sonra gözüm yine yollarda… Ancak Van’a geri dönmüyorum. Zaten bayram tatili yaklaştığı için neredeyse hiç otobüs bileti bulunmuyor. Olanların da saatleri bana pek uymuyor. Bu yüzden biraz yol almak için farklı bir metot tercih ediyorum. Çok bilinen bir metot aslında… Otostop… Evet çok sık olmasa da seyahatlerimde otostop tercih edebiliyorum. Nitekim Van-Diyarbakır yoluna çıkıyorum ve gelen geçen araçlara el sallıyorum. Daha 10-15 dakika olmamıştı ki hemen koskocaman bir TIR yanaşıyor. “Harika” diye geçiriyorum içimden. Çünkü bilenler bilir TIR’la seyahat etmek bir başkadır. Çok konforlu olur ve kendinizi yolların kralı gibi hissedersiniz. Mardinli Muharrem adlı bir amca imiş TIR şoförü. Van’dan Ahlat’a malzeme götürüyormuş ve oradan da Diyarbakır’a gidecekmiş. Benim hedefim de Diyarbakır olmasına rağmen, Ahlat’a gidip yük indirip boşaltmak saatler süreceğinden beni Tatvan’a bırakabileceğini söylüyor. Bu da bir şeydir diyorum ve hemen atlıyorum. Tatvan’a kadar 90-100 kilometre kadar sohbet ede ede gidiyoruz. Normalde otostop yapanları hep aracına aldığını ancak son zamanlarda korktuğunu söylüyor. Halbuki genelde otostopçular korkar ama nedenini hemen açıklıyor. Son zamanlarda çeşitli terör örgütü soruşturmalarından araması olan bir çok kişi otostop ile bir yerden bir yere gitmeye çalışıyor. Bölgede de çok sık yol kontrolleri olduğu için eğer aracınızda böyle aranan biri olursa sizin de başınız belaya giriyor. Öyle olunca başta bana da şüpheyle yaklaştı ve bazı sorular sorarak beni tanımaya çalıştı. Ancak bir süre sonra öyle bir durumum olmadığını anladığı zaman açıldı ve rahatladı ve keyifle yolumuza devam ettik. Hatta bir seferinde bir cinayet işlemiş olan ve aranan bir zanlının aracına bindiğini, durumu anladıktan sonra onu teslim olması için ikna etmeye çalıştığını, ancak istemeyince bir yol kenarında bırakmak zorunda kaldığını anlattı. Adam meğer “namus cinayeti” işlemiş. Maalesef günümüzde de bu “namus cinayetleri” Anadolu’nun her yerinde oldukça yaygın… Hasılı kelam Tatvan otogarında beni bırakıyor ve Ahlat’a doğru yoluna devam ediyor.

VER ELİNİ DİYARBAKIR

Ben de Tatvan otogarında nereye olursa bir bilet bakıyorum. Önce hiçbir şey bulamıyorum. Otogarda bana bilet satmaya pek hevesli olmayan görevliler var zira. Çok dikkate bile almıyorlar. Bu arada Tatvan’da bir Hollandalı turist ile tanışıyorum. Kocaman bir bisiklete atlamış ve Amsterdam’dan yola çıkarak bütün Avrupa’yı ve Türkiye’yi kat etmiş. 50’li yaşlarında bildiğiniz koca adam… Şimdiki hedefi de Van’dan sonra sınıra yönelerek İran’ı baştan başa bisikletle kat etmekmiş. Adamdaki azim ve kararlılığa hayran kalıyorum. Ama o bunu çok sıradan bir şeymiş gibi anlatıyor. Dediğine göre öyle çok profesyonel bir bisiklet sürücüsü de değilmiş. Yakın zamanda başlamış bisiklet sürmeye ve böyle bir tura çıkmaya karar vermiş. Onca yolu sağ salim gelebildiğine göre de bu işte oldukça iyiymiş diyebilirim. Kendisine ağırlık yapan bazı eşyaları önden Van’a gönderip kalan yolu rahat gitmek için bir araç arıyormuş. Adamın bu azmine şaşırırken ben de internetten bilet araştırmasına başlıyorum ve tam iki saat sonrasında Diyarbakır’a Tatvan’dan bir boş koltuk buluyorum. Hiç acımadan hemen yapıştırıyorum tabii ki. Zira benim için bulunmaz hint kumaşı. Ben Bitlis’i falan düşünürken direk Diyarbakır’a bilet bulmak çok hoşuma gidiyor. Bileti aldıktan sonra görevlilerle bir daha konuşuyorum. Bu sefer “Neden internetten aldın. Biz seni gönderirdik Diyarbakır’a, iptal et o bileti, biz seni gönderelim” diyorlar. Ben deminden beri ortalıkta dolanırken hiç yüzüme bakmamışlardı halbuki. Meğer bilet yok diyerek alternatif yollarla beni pahalı bir şekilde Diyarbakır’a göndermeyi planlıyorlarmış. Sonradan anlıyorum tabii ki… Alternatif yol dediğim de orada alelacele ayarlanan bir minibüsle yolcuları toparlayıp götürmek… Ben bileti iptal etmeyeceğimi söylüyorum tabii ki… Ancak şöyle bir sorun var. Benim bilet aldığım otobüs Adilcevaz tarafından geldiği için Tatvan’a uğramıyor. Van Gölü’nün üst tarafından Tatvan’ı pas geçerek yoluna devam eden bir otobüs. Ama bunu hiç sorun etmiyorum, hemen önce firmayı arıyorum, onlardan otobüs şoförünün numarasını alıyorum ve şoföre ulaşıyorum. Bana şehrin çıkışında bir petrol istasyonu tarif ediyor ve saat 17.30’da orada olursanız sizi alırız diyor. Teşekkür edip kapatıyorum ve şehir içi dolmuşlarının o bahsettiği istasyona gittiğini kısa bir araştırmayla buluyorum. Böylece hemen Tatvan otogarından ayrılıp dolmuşla şehrin çıkışındaki istasyona gidiyorum. Otobüs de gerçekten tam 17.29’da bahsettiği istasyona geliyor. Tabii beni büyük bir keyif kaplıyor. Çünkü o ana kadar otobüse binip binemeyeceğim konusunda şüpheliydim. Otobüs de gayet güzel ve ben 3 numaradan bilet almıştım. Çok konforlu ve 5 küsür saat süren bir yolculuktan sonra Diyarbakır’a saat akşam 10.45 gibi varıyorum. Diyarbakır otogar kavşağından da bir dolmuşa binerek 15 dakikada Dağkapı denilen ve Diyarbakır’ın kalbinin attığı noktaya ulaşıyorum. Böylece oldukça başarılı bir şekilde hedefime ulaşmış olmanın verdiği keyifle dolmuştan inerken, iki Diyarbakırlı bana yol tarif ediyor ve hemen Dağkapı’da indiğimiz yerde mütavazı ve güzel bir otel tavsiye ediyorlar.

Diyarbakır Hasan Paşa Hanı

İLK DEFA CİĞER YEDİM VE MÜPTELASI OLDUM

Nebi camisinin hemen arkasında bulunan Köprücü adlı otel bu. Fiyatı sadece 70 lira. Gözümü kırpmadan kabul ediyorum. Çünkü saat neredeyse 23.00… Otel aramak istemiyorum. Aramama da gerek yok zaten. Öyle güzel bir lokasyonda ki bu otel, benim hedefim olan ciğercinin yanı başında ve ertesi gün gezeceğim Diyarbakır’ın en önemli yerlerine de bir kaç dakikalık yürüme mesafesinde. Hemen otelime yerleşip tazeleniyorum. Önce yanıbaşımdaki Ciğerci Remzi’de hayatımda ilk defa ciğer yiyeceğim. Diyarbakır’a gelmemin bir başka nedeni de hayatımda ilk kez ciğer yemeye kararlı olmamdı aslında. Ben sakatat yemeyen bir insanım. Ama herkes özellikle ciğer yememe gerektiğini söyler durur yıllardır. Farklı tatlara ve deneyimlere açık bir yapım olmasına rağmen ciğerle bugüne kadar yıldızım hiç barışmamıştı. Bu kısır döngüyü kırmayı da çok istiyordum. Diyarbakır’daki ciğerin bu takıntımı yenmemde yardımcı olacağını bir çok arkadaşım söylemişti. Ben de buradan cesaret alarak Ciğerci Remzi’deki yerimi aldım. Burası en meşhur ciğercilerden biriymiş zaten. Dolayısıyla doğru yerdeyim. Hemen bir porsiyon ciğer sipariş ediyorum. Önüme önce dört tabak meze geliyor. Sumaklı soğan, harika bir ezme, limon maydanoz ve közlenmiş soğan tabağı ve bir de salata… Bunlar ciğerin yardımcı mazlemeleri… Bir de lavaş geliyor tabii ki… Ciğerler bir sıra ciğer bir sıra da kuyruk yağı olarak dizilmiş ve baharatlanmış olarak pişiriliyor. Ben özellikle çok pişmiş olmasını istedim. Çünkü kanlı bir doku ile karşılaşmak istemiyordum. Zira öyle olsaydı asla yiyemezdim diye düşünüyorum. Ama gerçekten de ne kanlı ne de ciğerimsi doku ile karşılaşmadım. Lavaşın içine ciğerleri dizip üstüne de sumaklı soğanı koyduğunuz zaman muhteşem bir lezzet veriyormuş. Yanında da yayık ayranı… Mis gibi bir lezzet… O kadar beğendim ki, ertesi gün Ciğerci Xale Meheme diye bilinen ve Diyarbakır’ın bir başka meşhur ciğercisini bulup bir daha yaşadım bu deneyimi. Meheme’nin ciğeri Remzi’den iyiymiş bu arada… Hasılı kelam hayatımda bir eksikliği daha böylece gidermiş olmanın sevinciyle bir de ciğerin üstüne Diyarbakır’ın meşhur burma kadayıf tatlısından yedim… Ciğer porsiyon 27 lira, antep fıstıklı harika kadayıf porsiyon ise 13 lira… Yani toplamda 40 liraya muhteşem bir lezzet şöleni yaşıyorsunuz…

Bu kadar yemeği yeyip o saatte gidip uyuyamazdım tabii ki… Zaten Diyarbakır şehri de Ramazan münasebetiyle öyle daha uyumaya hazır görünmüyordu. Zira Dağkapı ve civarında binlerce insan gece yarısına yakın olmasına rağmen hala sokaklarda. Büyük çoğunluğu hemen yakınımızdaki Diyarbakır Surları içinde kalan Hz. Süleyman ve sahabeler camiisine gidiyor. Burada türbeleri ziyaret edip,  Kur’an okuyor ve bir nevi sur içinde de iftar ve uzun soluklu piknik yapıyor. Neredeyse sahura kadar bu hareketlilik devam ediyor.

AMERİKALI TURİST İLE FELSEFE SOHBETİ

Burada bir süre yürüyüp insanları gözlemiyorum ve böylece yediklerimi de eritmiş oluyorum. Saat gece 01.00 civarında artık otele gidip günün yorgunluğunu atma vakti geliyor. Ertesi gün güzel bir kahvaltı ile Diyarbakır’ı keşfetmeye hazır hissediyorum. Bu arada otelin kahvaltı salonunda Amerikalı Gabriel bir turist ile tanışıyorum. Gabriel Asya kökenli çekik gözlü, sistem mühendisi bir Amerikalı. Tek başına Türkiye’yi dolaşıyormuş. Nemrut’a gitmiş ancak orada telefonu çalınmış. Önce benden birkaç tavsiye alıyor. Daha sonra dinler, bilim, felsefe üzerine hararetli bir sohbete başlıyoruz. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan 1 buçuk saati aşkın süre sohbet etmişiz. Özellikle din-bilim ilişkisi ve bilgi felsefesi üzerine derin fikir alışverişinde bulunuyoruz. Türkiye’de bu tür sohbetler yapabileceğiniz insan sayısı oldukça az, haliyle ben de bir Amerikalı bulunca hemen bırakmak istemiyorum. Sohbetin sonunda Hasankeyf’e ve diğer birkaç yere birlikte gitmeyi teklif ediyor ancak ben solo gezmeyi sevdiğimi söyleyerek bu teklifi reddediyorum. Felsefe üzerine sohbet etmeyi severim ama yalnız gezmek daha çok işime gelir açıkçası. Gabriel ile vedalaştıktan sonra sırt çantamı otel resepsiyonuna emanet ederek özgür bir şekilde Diyarbakır’ı keşfe çıkıyorum. Sabah 9’dan öğleden sonra 14.00’e kadar kesintisiz yürüyerek her sokağını ve önemli noktalarını arşınlıyorum. Ulu Cami beni benden alıyor, Hasan Paşa Hanı bütün yorgunluğumu siliyor… İkisi de karşı karşıya bulunuyor. Ulu Cami’yi gezdikten sonra mutlaka Hasan Paşa Hanı’nda kahve içmenizi tavsiye ediyorum. Sonra yanyana olan Cahit Sıtkı Tarancı ile Ahmet Arif müzeleri ve hemen yakınlarında bulunan Ziya Gökalp müzelerini de geziyorum. Edebiyat ile dolu dolu bir gezi oluyor benim için. Hepsi de Diyarbakır konakları restore edilerek oluşturulmuş. Çok güzel müzeler… Oradan İskender Paşa konağına gidiyorum, yol üzerinde ise harika minaresiyle dikkat çeken ve Evliye Çelebi’nin duvarlarının misk koktuğunu söylediği Parlı Safa Camii’ne uğruyorum. Duvarlarından misk kokusu alamasam da minaresi beni büyülüyor. Daha sonra Diyarbakır Surları’nı Mardin Kapı-Urfa kapı gibi kapıları ve bazı burçlarını ziyaret ediyorum. Özellikle Ben u Sen Burcu ismiyle hoşuma gidiyor.

Diyarbakır Ulu Camii’nde

MÜTHİŞ DİYARBAKIR MÜZESİ

En son olarak gece gittiğim surların içinde yer alan Hz. Süleyman Camii’nin olduğu yere tekrar gidiyorum ve surlara tırmanıyorum. Burada Hevsel bahçelerine ve yakınlardaki Dicle nehrine selam yolluyorum. Daha sonra ise karşı tepede, Hz. Süleyman Camii arkasında bulunan harika Diyarbakır Müzesi’ne uğruyorum. Gerçekten içinde çok değerli eserlerin bulunduğu, binalarıyla bile ziyarete değer bir müze Diyarbakır müzesi. Burada epey vakit geçiriyorum. Gerek Atatürk müzesi, gerek Arkeoloji kısmı gerekse İslam eserleri kısımları görülmeye değer ve içinde bir de St. George Kilisesi bulunuyor bu harika müzenin. Bütün bunlara ek olarak Hevsel Bahçeleri manzaralı şahane bir Müze kafe var içeride. Burada da bahçe ve sur manzaralı bir yorgunluk kahvesi ile Diyarbakır gezimi tamamlıyorum.

Artık kaldığım otele dönüp sırt çantamı alıyorum ve Batman’a hareket etmek üzere İlçe otogarına gidiyorum. Buradan önce Batman’a, Batman’dan da araç değiştirerek akşama doğru Hasankeyf’e ulaşıyorum.

HASANKEYF’İN ÖLÜMÜNE ŞAHİT OLMAK

Hasankeyf Türkiye’nin gündemine oturduğundan beridir hep ziyaret etmek istediğim bir yerdi. Hayatın yoğunluğundan dolayı yıllardır fırsat olmamıştı. Başka bir yer olsa belki biraz daha erteleyebilirdim ama Hasankeyf gibi yok olmaya yüz tutmuş bir yeri sekerat anında da olsa ziyaret etmem gerektiğine karar vermiş ve rotama eklemiştim. Açık söyleyeyim Hasankeyf’in yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu haberlerde çok defalar okumuştum ama bu kadarını beklemiyordum. Öncelikle akşam saatlerine doğru Hasankeyf’e vardım. Güneşin batmasına bir saatten fazla zaman vardı. İlçede konaklamak istiyordum ama konaklayacak neredeyse hiçbir yer yokmuş. Hasbahçe adında atıl görünümlü bir tesis olduğu söylendi. Köprünün sol tarafından aşağı doğru 100 metre gittiğiniz zaman bu tesise ulaşıyorsunuz. Gerçekten de terk edilmiş gibi duruyordu. Yaklaşık bir yarım saat boyunca bahçe ve tesisin dört bir yanına gittim geldim ama bir insanoğlu göremedim. Bütün ümitlerim yıkılmış bir şekilde dışarı doğru giderken bir polis arabası dikkatimi çekti ve hemen içindeki polis memuruna Hasankeyf’te nerede konaklayabileceğimi sordum. O da arkamdaki yıkık dökük Hasbahçe’yi işaret etti. Kimsenin olmadığını anlatırken uzaktan bir genç ve bir çocuğun bize doğru geldiğini gördüm. Meğer onlar bakıyormuş buraya… Müşteri falan olmayınca nehir kenarına gitmişler. Polis memuruna teşekkür ederek onlarla beraber tesise gittim. Burada apart odalar bulunuyor. Hasankeyf’in parlak dönemlerinde çok sayıda müşteri ağırladıklarını, şimdi hem Hasankeyf yok olmakta olduğu hem de Ramazan olduğu için hiç müşterileri kalmadığını ve daha sezonu da açmadıklarını söylediler. Buna rağmen uygun bir odaları varmış. Neyse ki 80 lira gibi bir ücrete bir apart oda tuttum. Tek istediğim de buydu zaten. Çünkü o saatten sonra ya sokakta kalacaktım ya da sokakta kalacaktım. Tekrar Batman’a falan dönmem çok zor olurdu. Böyle yarım saatlik bir gecikmeyle kırık dökük tesise yerleştim. Maalesef Hasankeyf’liler bütün şehri en geç iki aya kadar boşaltmak zorundalar. Bu yüzden şehirde tam bir terk edilmişlik ve şantiye görünümü beni derinden yaraladı. Hasbahçe’den çıkıp çarşı sokağı içinden geçip kale yoluna doğru tırmanmaya başladım. Karşıma hep iş makineleri ve baraj inşaatı çıkıyor. Tarihi mekanlar yerle bir olmuş. Tarihi köprü kalıntısının yanındaki meşhur minare ve türbe de yerlerinden sökülerek Hasankeyf’in girişinde Raman dağı eteklerinde oluşturulan ve benim TOKİ Hasankeyf’i dediğim yeni yerleşim bölgesine taşınmış. Zaten artık kaleye giden yol da güvenlik gerekçesiyle kapatılmış.

Hasankeyf Şantiyesi

Çünkü gerçekten her yer şantiye görünümünde ve tedbirsiz buralarda gezmek hayati tehlikeye neden olabilir. Yolda karşılaştığım Hasankeyfliler en geç iki aya kadar buraları bırakıp karşı tarafta kendilerine kurayla verilen yeni dairelerine taşınacaklarını ancak hayvanlarını ne yapacaklarını bilemediklerini anlattılar. Hayvanları mecburen satacaklarmış. Nasıl geçinecekleri ise muamma. Hasankeyf’te dükkanı, kafesi, restoranı ve iş yerleri bulunanların durumu da daha belirsiz. Zira Hasankeyf’te ikameti olmayanlara yeni kurulacak şehirden bir hak verilmiyor. Başta vergi levhası olana verileceği söylense de sonradan Valilik karar değiştirerek işi ikametgaha bağlamış. Hal böyle olunca Hasankeyf’te dükkanları bulunan ama ikameti olmayan esnaf her şeyini kaybedeceği için kara kara düşünüyor. Hasankeyfliler de hayatlarının geçtiği nehrin iki yanında kurulu güzel beldeyi terk ederek, kuru ve çorak bir TOKİ görünümünde bulunan tepedeki yeni Hasankeyf’e taşınmak konusunda bir hayli ikilem içindeler. Elbette eski evlerinin yerine lüks ve yeni daireleri olacak. Elbette yeni Hasankeyf belki bölgedeki en modern ilçe olacak. Çünkü her şey yepyeni olacak. Ama tarih ile iç içe geçmiş ve 10 bin yıllık yaşanmışlığın bulunduğu bu tarihi belde sulara gömülecek ve bütün bu hatıralar sonsuza kadar unutulacak… Bu kolay kolay hazmedilecek bir şey değil.

Hasankeyf’in hazin hali

Valilik yeni yerleşim yeri tamamlanıp, Hasankeyf tamamen Ilısu barajının suları altında kaldıktan sonra tepede kalan kaleye muhtemelen bir teleferik sistemiyle ulaşım sağlayıp yeniden turizme açacaklarını, yeni Hasankeyf’te de bazı tarihi eserleri taşınarak buraların da ziyaret edileceğini söylese de, Hasankeyf’in binlerce yıllık mazisi ve tarihi dokusunu katlederek böylesi suni çözümlerle gönül almaya çalışmaları bana pek inandırıcı ve ikna edici gelmedi doğrusu…

HASANKEYF KEYFİMİ KAÇIRDI

Neticede Hasankeyf’in bu terk edilmiş ve bitik hali benim de keyfimi bir hayli kaçırdı. Geceyi nehir kenarındaki Yol Geçen Hanı adlı kafede yemek yiyip çay içerek ve tarihi köprüye ve nehir sularına bakarak efkarlı bir şekilde geçirdim. Bu sırada karşı ufukta bir yıldız kaydı Hasankeyf’in üzerine… Hasankeyf’in ölümü ve bitişinin son şahitlerinden biri olduğumu fark ettim. En azından gelip son vazifemi yaptığımı düşündüm. Ama hiçbir çaba Hasankeyf’i artık geri getiremeyecek. Bu gerçekle yüzleşmemiz gerekiyor.

İşte bu duygularla sabah erken saatlerde uyanıp burayı terk etmek istedim. Hemen ana yola çıktım ve ilk gelen Midyat aracına bindim ve arkama bakmadan çıktım Hasankeyf’ten. Utandım zira böylesi bir tarihi yok eden neslin mensubu olduğum için…

Zincirli Medrese’den Mardin ve Mezopotamya manzarası

MARDİN SOKAKLARI BENİ KENDİNE ÇEKTİ

Utanarak uzaklaştım ve önce Midyat’a oradan da Mardin’e geldim. Normal şartlar atlında Mardin’i gezmeden doğrudan Urfa’ya geçip 12 bin yıllık tarihiyle Göbeklitepe’ye gitme niyetim vardı. Ama Hasankeyf’te kaçan keyfimi yerine getirmek için hazır gelmişken Mardin evlerinin bulunduğu şahane sokaklara, o tepedeki eski Mardin’e gitme isteği baş gösterdi. Bir dolmuşa atlayıp Ulu Cami yakınlarında indim. Kendimi sabahın serin sıcaklığında Mardin sokaklarına vurdum. Oldukça sıcak bir hava vardı ama Mardin sokaklarının gölgelikleri biraz ortamı serinletiyordu. Yol üzerinde önce bir protestan kilisesine sonra da Latifiye Camii’ne uğradım. Oradan da harika Ulu Cami’yi ziyaret ettim. Burada bir kafede Mezopotamya manzarası ve Süryani müzikleri eşliğinde kahvaltı ettim. Soluklandıktan sonra yine Mardin sokaklarından tırmanarak Zinciriye Medresesi’ne çıktım. Artık sıcak iyice artmıştı ve benim de gitmem gereken uzun bir yolum vardı. Mardin sokaklarında biraz daha turladıktan sonra eski Mardin içinden geçen bir başka dolmuşa binerek otogara gittim ve hemen Şanlıurfa’ya giden bir minibüs buldum. 200 kilometre mesafedeki Şanlıurfa’ya büyük otobüslerle gitmek 4 saati buluyor. Ama minibüs ile 2-2,5 saat gibi bir sürede Şanlıurfa’ya varıyorsunuz. Nitekim ben de saat 3’te bindim Mardin’den minibüse ve saat 5-5 buçuk civarı Şanlıurfa’da idim.

ŞANLIURFA’DA HEM RUHA HEM MİDEYE ZİYAFET

Şanlıurfa’da konaklayacak ertesi sabah da Göbeklitepe’ye gidecektim. Göbeklitepe bu güzel rotada görmek istediğim son durak… Ama ondan önce Otogar’dan belediye otobüslerine binerek Balıklıgöl’e geldim. Şanlıurfa’da toplu taşıma sistemi harika. Otobüs şoförüne 5 lira verip 2 binişlik bir kart alıyorsunuz. Otogar’dan aktarma merkezine 1 bilet… Aktarma merkezinden de 63 numaralı otobüsler tarihi Balıklıgöl’e yani Şanlıurfa’nın kalbinin attığı yere gidiyor. Aktarma yaptığınız için tek biletle gitmiş oluyorsunuz. Daha sonra yine merkezden 63’e binip aktarma merkezine gelip istediğiniz yere gidebiliyorsunuz. Balıklıgöl’e gelip hemen Haliliye Camii’nin karşısında bir iki dakikalık yürüme mesafesindeki Manici Otel’e yerleştim. Balıklıgöl’le dip dibe bir lokasyonda sadece 150 lira gibi bir ücretle bu şahane otelde kalabiliyorsunuz. Tabii biraz pazarlık ettim. Zira bir internet sitesinde 166 liraya kadar indirim vardı. Normalde otel 250 lira bandında. Ancak ben internetteki fiyatı gösterip, doğrudan sizinle anlaşmak istiyorum deyince, bana 150 lira ile oda vermeyi kabul ettiler. Otel çok güzel tasarlanmış, taş yapısı ve Osmanlı motifli iç dekoruyla göz dolduran bir otel. Ama en önemli özelliği otelden adımınızı dışarı attığınızda hemen Şanlıurfa’nın en önemli yerine yani Balıklıgöl’e gelmiş oluyorsunuz. Hal böyle olunca Balıklıgöl ve civarında gece dilediğim saate kadar vakit geçirdim. Ayn Zeliha Gölü’nün yanındaki harika restoranda adetim olduğu üzere ultra lezzetli Patlıcan kebabı ile lahmacun yedim. Hatta biraz ileri giderek lahmacunun içine patlıcan kebabı ve közlenmiş biber, soğan, domates koyarak bir kombo yaptım ve muhteşem bir lezzetti diyebilirim. Yemeğin üstüne de çay içtim tabii ki.

Balıklıgöl’de gece

Bu yörelerde çay bir başka lezzetli. Kars’tan beridir nereye gitsem normalde kahve delisi olan ben hep çay içtim. Çünkü çay genelde “kaçak” dediğimiz çaydan yapılıyor ve çok güzel bir aroması var. Bence kebap üstüne bu kaçak çay daha güzel gidiyor. Tabii ki, dibek ve menengiç kahveleri ve Urfa’da mırra kahvesi de tercih edilebilir.

Balıklıgöl etrafı da bir panayır yeri gibiydi. Ramazan’ın son günleri yaşanıyordu ve Urfalılar ve turistler bu dini ve manevi yönden güçlü mekanları hıncahınç doldurmuşlar ve ziyaret etmekteydiler.

Gece üzerime yorgunluk çökene kadar burada vakit geçirip, tanıştığım Urfalılar ile sohbetler ettikten sonra otelime geçtim ve bir güzel dinlendim.

Sabah otelde şahane bir kahvaltı ettikten sonra yine çantalarımı otel resepsiyonuna emanet ederek Balıklıgöl’den geçen 63 numaralı otobüsle Aktarma merkezine 15 dakikada gittim. Bu aktarma merkezinde Göbeklitepe için özel bir durak var. Her gün saat 10.00, 13.00 ve 15.00’de üç kere buradan belediye otobüsleri “çift bilet” yani 5 TL ile sizi Göbeklitepe’ye götürüyor. Aynı otobüsle yaklaşık 2 saat gezdikten sonra yine 5 TL ile aktarma merkezine dönebiliyorsunuz. Bu bakımdan Göbeklitepe’ye aracınız olmasa bile ulaşım bir hayli kolay. Hatta ben saat 9 gibi aktarma merkezine gelmiştim. Bu yüzden 1 saat orada beklemek yerine hemen orada bulunan Nobel Bistro kafede serin serin kahve içerek vakit geçirdim. Tam saat 10.00’da Göbeklitepe otobüsü klimalı ve ferah bir yolculuk ile 20 km uzaklıktaki ören yerine 25-30 dakikada bizi ulaştırdı.

VE SEYAHATİMİN ZİRVE NOKTASI: GÖBEKLİTEPE

Göbeklitepe ören yeri, Doğuş grubunun sponsorluğunda harika bir şekilde inşa edilmiş ve ziyarete açılmış. Sistem harika işliyor. Önce müze kafe ve hediyelik eşyaların da bulunduğu bir binadan biletinizi alıyorsunuz. Sinevizyonlu bilet 35 lira, sadece ören yeri 30 lira… Ama ben size mutlaka sinevizyonlu bilet almanızı öneriyorum. 5 lira için bu muhteşem gösteriyi kaçırmayın diyorum. Zira bilet mekanının hemen yanındaki binaya girdiğinizde sizi Göbeklitepe’yi interaktif olarak tanıtan ve teknolojinin bütün imkanlarından faydalanılarak hazırlanmış muhteşem bir mekan karşılıyor. Burada hem 4-5 dakikalık National Geographic tarafından hazırlanmış kısa filmi seyredebiliyorsunuz. Hem de üç boyutlu tasarlanmış ışık ve ses gösterileriyle güçlendirilmiş ve sizi adeta içine çeken yine 3-5 dakikalık bir görsel şölene şahitlik edebiliyorsunuz. Bu arada Göbeklitepe ile ilgili bilgilendirici ve interaktif köşelerde de biraz sonra nereyi gezeceğinizi bir güzel anlıyorsunuz. Dolayısıyla buraya uğramadan Göbeklitepe kazı alanına çıkmak bana doğru gelmiyor.

Sinevizyonu bitirdikten sonar kazı alanına 700 metre uzaklıkta olan bir durağa geçiyorsunuz. Bu yolu size yürütmüyorlar ve biletinizi göstererek bindiğiniz servisler sizi kazı alanına taşıyor. Çok belemek yok. Sürekli gidip geliyorlar. Dolayısıyla vakit kaybı yaşamıyorsunuz. Özellikle yaz sıcağında zaten o 700 metreyi yürümek istemezsiniz. Hasılı kelam klimalı servis aracı bizi hemen kazı alanına götürüyor.

Burası da şahane tasarlanmış ve gölgelendirilmiş. Daha kısa bir süre önce Konya’daki Çatalhöyük’e gitmiştim. Orası da tarihi açıdan çok önemli bir yer. Ancak maalesef orada kazı alanının üstüne yapılan ve adeta bir serayı andıran çatı yüzünden bir hayli terleyerek ve havasız bir ortamda ören yerini geziyorsunuz. Göbeklitepe’deki tasarım ise rüzgar alıyor ve gölgelik sağlıyor. Böylece çok ferah oluyor. Bu teknik detayları bir yana bırakırsak, asıl burada bulunma amacıma gelmek istiyorum.

TARİHİ DEĞİŞTİREN BİR MEKAN

Göbeklitepe tarihi değiştiren bir mekan. Çünkü burası tam 11.600 yıllık (M.Ö. 9600) -yaklaşık 12 bin yıl diyelim- bir tapınak. Evet Göbeklitepe bir ibadet merkezi. Bir yaşama alanı değil. Yani civardaki avcı-toplayıcı gruplar, bakın dikkatinizi çekiyorum daha insanlık avcı-toplayıcı evresinde iken, bir araya gelerek böyle bir tapınak inşa etmişler. T şeklindeki dikili taşlara çeşitli hayvan figürleri ve inançlarını yansıtan bazı kabartmalar işlemişler. Avcı-toplayıcı insandan beklenmeyecek bir davranış bu…

Böyle kalıcı bir tapınak inşa etmiş olmaları, bu bölgede tarım toplumuna geçişte Göbeklitepe’nin çığır açıcı bir etkisi olduğu teorilerinin doğmasına yol açmış. Yani ibadet yerinde kalıcı yiyecek elde etmek için tarımla ilgilenmiş olabilirler diyor işin uzmanları. Elbette bunlar şu ana kadarki kazılarda elde edilen bulgular ile ilgili yapılan yorumlar. Bu yorumlar gerçeği  yüzde yüz yansıtmayabilir. Ama teoriler Göbeklitepe’yi inşa eden toplulukların avcı-toplayıcılık ile tarım toplumunun dönüm noktasında yaşamış insanlar olabileceğine işaret ediyor.

Biliyorsunuz tarım da bu topraklarda ortaya çıkmış ve tarım toplumuna geçişin modern toplulukların temeli olduğu ve modern inançların da temeli olduğu düşünülüyor. Organize dinler tarım toplumları sayesinde güç kazanıyor. Ancak daha bunun başlangıcında da organize bir inanç yatıyor olabilir. Bu farklı bir bakış kazandırıyor.

Ben açıkçası Göbeklitepe’yi 12 bin yıl önceki Mekke veya Vatikan yahut Varanasi olarak görüyorum. Yani bugün inançlı insanlar farklı yerlerden gelerek bu ibadet yerlerinde diğer değişle tapınaklarda ortak bir inancı yaşatıyorlar. O zaman da bu ortak inancın merkezi Göbeklitepe imiş. Çok tanrılı ve belki panteist bir inanç sözkonusu burada. Tam olarak Göbeklitepe’nin yapılış amacı bilinemiyor. Bu da çok farklı teorilere kapı açıyor aslında. Avcı erkeklerin bir araya gelerek burada törenler düzenlediği, şölenvari organizasyonlar yaptığı da iddia ediliyor. T şeklindeki taşlar o insanların atalarını, hayvanlar da onlara sunulan kurbanları yahut onların koruyucularını temsil ediyor olabilirmiş. Ama en can alıcı nokta bu yapıların ortak bir çalışma ile inşa edilebileceği gerçeği. Yani avcı-toplayıcı insanlar bir amaç uğruna bir araya gelmiş. Bu yerin inşasında çalışanları beslemek için de kalıcı bir besine yani sözgelimi buğdaya ve dolayısıyla tarıma ihtiyaç duymuş olmalılar. Bu da tam tarımın ortaya çıkmasına ve şehirlerin inşasına kronolojik olarak denk geliyor aslında. Yani yılın belli zamanlarında bu tapınakta bir araya gelen insanlar bu organizasyonu sağlamak için yerleşik bir hayat gerekiyor. Dönemin avcı-toplayıcı insanları için bu büyük bir devrim…

Hasılı kelam… Göbeklitepe insanlık için büyük bir anlam taşıyor olabilir. Kendimizi tanıma yolculuğunda bir mihenk taşı olduğunu düşünüyorum. Kutsal kitaplarda anlatılan Adem-Havva hikayesinin neticesi olmadığımız ve tarih içinde dönüşerek bugünkü insan olduğumuz bir gerçek. Göbeklitepe de işte bu evrimsel dönüşümün çok önemli bir mihenk noktası.

Bu açıdan harika doğu gezimi Göbeklitepe ile taçlandırmak bana büyük bir haz verdi.

Göbeklitepe’yi bu duygularla ziyaret ettikten sonra gönül rahatlığıyla turumu sonlandırdım ve bir dahaki seyahatim için planlar yapmaya daha dönüş yolundayken başlamıştım bile…

-ŞİMDİLİK SON-

, , , , , , , , , , , , , , ,


2 Responses

  1. Naciye dedi ki:

    Kardeş merhaba, destan yazmışsın mübarek?, tüm sabır ve gayretime rağmen henüz Diyarbakır’daki ikinci ciğer keyfine kadar okuyabildim. mail yazacaktım ama bende gazete adresin varmış sadece. nasılsın? hayat yalnız ama güzel gidiyor sende galiba? ben de iki afacanla ev hanımlığı yapıyorum, depresifliğe devamla birlikte???.
    görüşmek ümidiyle…
    naciye

  2. Naciye dedi ki:

    bir iki gün önce John Dos Passos’un Doğu Ekspresi’ne başlamıştım. Bu gece senin blogdaki Doğu Ekspresine takılıp kaldım ama bitmedi. devam edicem inşallah?.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir