TRABZON-ARTVİN-RİZE-GÜRCİSTAN VE ERMENİSTAN
Uzun zamandır şöyle bir Karadeniz’e gitsem diyordum… Bir türlü denk gelmemişti. Konya’nın bozkırında 35 dereceye kadar yükselen yakıcı sıcakların etkisiyle bu planımı gerçekleştirme zamanının gelip çattığını anladım. Elbette sadece Karadeniz ile yetinmeyecektim, hazır oralara kadar gitmişken yeniden bir Gürcistan-Ermenistan seyahatini de Karadeniz’in ucuna ekleyecektim.
Yıllık izni Kurban Bayramı tatiliyle birleştiren uyanıklardan biri olarak Bayramdan yaklaşık bir 10 gün evvel, önce Konya’dan Ankara’ya geçtim ve Ankara’dan doğrudan Trabzon uçağına bindim. Genelde solo gezerim ama bu sefer yanımda bir yol arkadaşım olacaktı. Eskimeyen dostlarımdan Esra seyahatimize İstanbul’dan dâhil olacaktı. Esra, Trabzon havalimanına benden bir buçuk saat önce gelmiş ve beni bekliyordu. Fakat bu sıkıcı bir bekleyiş olmuştu zira Trabzon havalimanı yapacak hiçbir şeyin olmadığı oldukça küçük ve sıkıcı bir mekândı. Neyseki bekleyiş sona ermiş ve sabah saat 09.30 sularında Trabzon’a teker koymuştuk. Hiç oyalanmadan havalimanından ayrılıp Trabzon merkezdeki Çömlekçiler denen yere geçtik. Bunun için taksiye binmek zorunda kaldık. Çömlekçiler’e gelme nedenimiz ise o gün ilk iş olarak Uzungöl’e gitmeyi istememizdi. Uzungöl’e giden minibüsler Otogar’dan değil Çömlekçiler denilen yerden kalkıyordu. Bu da Trabzon otogarına bir 10 dakika mesafede yol kenarında bulunan ve şehir merkezindeki meydana da yürüme mesafesinde bir mekandı. Çömlekçiler’den kalkan Uzungöl minibüsünde yerimizi aldığımızda saatlerimiz 11’e yaklaşıyordu. Bir, bir buçuk saatlik bir seyahatin ardından Uzungöl’e vardık. Kıvrımlı yolların ardından ulaşılan bu güzel mekan ne yazık ki son yıllarda betonlaşma ve turizm endüstrisinin yıkıcı etkilerinden nasibini almıştı. Fakat buna rağmen oldukça güzel ve ziyaretçilerine çok şey vaat eden bir destinasyondur. Yemyeşil tepelerin içinde uzanan huzur verici Uzungöl’ün etrafı lokanta, otel, pansiyon gibi yapılarla çevrelenmiş. Bütün Karadeniz’de gözlemleyeceğimiz Arap turist yoğunluğu burada da kendini bütün varlığıyla gösteriyordu. Uzungöl’e gelmeden önce internetten okuduğum yorumlarda burada yemek yemenin çok pahalı olduğu ortak kanaati dikkatimi çekmişti. Hatta kimi yorumcular mutlaka tok karınla gitmemizi öneriyordu. Ama bizim niyetimiz Uzungöl’e nazır bir kahvaltı etmekti. Bu yüzden aç olarak gittik ve iyi ki de öyle yapmışız dedik. Zira fiyatlar öyle abartıldığı gibi değildi. Uzungöl’ün hemen kıyısında açık havada göl manzaralı açık büfe kahvaltı kişi başı 25 TL gibi bir fiyata sunulmuş ve menüsü de oldukça tatmin edici zenginlikteydi. Her ne kadar biz sırt çantalı gezginler çok para harcamayı sevmesek de, 10 yıldan fazla bir süre İstanbul’da yaşamış biri olarak Uzungöl manzaralı açık büfe bir kahvaltıya 25 lira vermek bana oldukça makul geldi. Bundan daha ucuz olamazdı diye düşünüyorum.
Kahvaltıyla karnımızı bir güzel doyurup sırt çantalarımızı yüklendikten sonra şöyle gölün etrafında bir yürüyelim dedik. Öğleden sonra 15.30’daki dönüş minibüsüne bilet almıştık ve önümüzde yaklaşık 2 saatlik bir gezi imkanı vardı. Akşama Trabzon’a dönmek zorundaydık zira 19.15’teki Tiflis otobüsünde biletlerimizi ayırmıştık. Uzungöl etrafında hediyelik ve hatıra eşyaları satan dükkanları gezerken bir işyerinde rengarenk bir papağan ile fotoğraf çekildiğini gördük. Dönüşte bu yere uğrayalım diyerek devam ettik ve Uzungöl’ün hemen üst tarafında bir seyir terası dikkatimizi çekti. Elbette gölü yukarıdan görmek zorundaydık. Oraya ya kendi aracınızla yahut yürüyerek çıkılabileceğini öğrendik. Böylece iki sırt çantalı gezgin, 15 dakikalık bir tırmanışın ardından seyir terasına varmış olduk. Seyir terasında esen serin ve temiz rüzgar hem yorgunluğumuzu aldı hem de terimizi kuruttu. Böylece ettiğimiz mükellef kahvaltının da hakkını vermiş olduk. Seyir terasında hem gözlerimizi doyurduk hem de ruhumuzu. Selfieler ve videolar da çekildiğine göre gerisin geri inmenin vakti gelmişti. Dönüş yolunda renkli papağanımız ile fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik. Bu gezi boyunca genelde bir çok hayvan ile selfie çektirecektik ki bu papağan ilk oldu.
Uzungöl dönüşünde Çömlekçiler’den yürüyerek Trabzon merkezine ulaştık. Bunun için yaklaşık 10 dakikalık bir yokuşu tırmanmanız gerekiyor. Yokuş sırasında Trabzon çarşısının içinden geçiyorsunuz böylece bazı yöresel ürünlere veya kıyafetlere bakınma imkanınız oluyor. Trabzon merkezinde geniş bir meydan alanı var ve bu alanın civarında yemek yiyebileceğiniz lokantalar mevcut. Biz en gösterişli olanını tercih ettik zira karnımız epey acıkmıştı. Burada Akçaabat köftesi, mıhlama, fırın sütlaç, mısır ekmeği, yayık ayranı ve salatadan oluşan menümüz ile midemize bayram ettirdik. Elbette böyle zengin bir menünün, gösterişli bir lokantada fiyatı da adam başı 50 lirayı gözden çıkarmayı gerektiriyordu. Gerçi lokanta bize yemek sonunda baklava ve çay da ikram etti ama midemiz tıka basa dolduğundan baklavanın sadece tadına bakmakla yetindik, çayı ise bir güzel mideye indirdik tabii ki.
Trabzon merkezinde yemek yemek ve çarşıda alışveriş dışında pek yapacak bir şey bulmak zor. Zaten gün de sona ermek üzereydi… Biz de köprü altından kalkan bir dolmuşa atlayarak Trabzon otogarının yolunu tuttuk. Trabzon otogarı da oldukça bakımsız ve eski bir otogar olarak dikkat çekiyor. Saat 19.15’te Metro turizmin Tiflis otobüsündeki yerlerimizi aldık fakat otobüsün hareket etmesi 19.45’i buldu. Önümüzde uzun bir yol, üzerimizde de tatlı bir yorgunluk olduğundan otobüse yerleşir yerleşmez uyumaya başladık. Gece yarısı gibi sınır geçişi yapacağımız Sarp Sınır Kapısı’na varmıştık. Ancak bizi bardaktan boşanırcasına yağan çılgın bir yağmur karşıladı burada. Büyük bir tadilatın devam ettiği sınır kapısı da bir hayli yoğundu. Yurt dışı çıkış harçlarımızı yatırıp, pullarımızı aldıktan sonra pasaport kontrolü için sıraya girdik. Yarım saatlik bir bekleyişin ardından Türkiye’de pasaportlarımıza çıkış ve barakalar arasında oluşturulan koridordan yürüyerek Gürcistan tarafında giriş mühürlerimizi bastırmıştık. Bu arada gittikçe hızlanan yağmurdan da nasibimizi almış ve sırılsıklam olmuştuk. Uzun araç kuyruklarından dolayı biz geçişimizi yaptıktan yaklaşık 45 dakika- 1 saat kadar sonra otobüsümüz kapının ucundan göründü. Otobüsteki herkes istisnasız ıslanmıştı. Bir de mükerrer bilet satılmasından kaynaklı hır-gür eşliğinde Batum’a kadar kimileri ayakta, kimileri oturarak gelen yolcularla yolumuza devam ettik. Maceralı bir yolculuğun sonunda sabah saat 08.30 sularında Tiflis otogarına giriş yaptık. Otogar tıpkı sekiz yıl önceki gibi hiç değişmemişti. Buradan hiç vakit kaybetmeden 8 Lari fiyat ödeyerek Tiflis merkezine geçtik. İlk işimiz daha önce de kalmış olduğum ve internetten de rezervasyon yaptırdığım hosteli aramak oldu. Fakat hostelin yerinde yeller esiyordu. Tiflis’in eski sokakları arasında ne yaptıysak haritada görünen hosteli bulamadık. Yarım saatlik yürüyüşün ardından sözkonusu hosteli aramaktan vazgeçip gözümüze kestirdiğimiz yerlere fiyat sormaya başladık. Üçüncü veya dördüncü sorduğumuz yer iki Gürcü kadının işlettiği oldukça mütevazi bir hosteldi. Lokasyon bakımından mükemmel olan hostel fiziksel şartları açısından çok da parlak sayılmazdı. Sonunda iki kişi toplam 50 larilik fiyata anlaştık. 1 lari 2 küsür türk lirası yapıyordu. Dolayısıyla adam başı 50 liranın üstünde bir fiyata hostelde yataklarımızı kiralamış olduk. Gürcistan ve Ermenistan bundan sekiz yıl öncesine kıyasla oldukça pahalı gelmişti bana. Bunda tabii ki Türkiye’deki dolar kurunun ve bu ülkelerin turizmi keşfetmesiyle fiyatlarını artırmalarının etkisi vardı. Yine de bir çok yurt dışı destinasyonuna kıyasla ucuza gezilebilecek yerler listelerinin başlarına bu iki ülkeyi koyabilirdik tabii. Doların fırlaması bu ülkelerin suçu değil nasıl olsa…
Bu mütevazi hostelde duşlarımızı aldıktan sonra, cicilerimizi giyerek ve çantalarımızın verdiği ağırlıktan kurtularak kuşlar gibi Tiflis sokaklarında uçuşmaya başladık. Tiflis aradan geçen yıllarda çok değişmişti. Tam bir turizm kenti haline gelmiş hatta şehrin merkezine bir de teleferik sistemi kurulmuştu. Bunun dışında modern mimari örneği binalar da Mtkvari (Kura) nehrinin her iki yanını süslemeye başlamıştı. Bunlardan biri konser salonu, diğeri ise gösterişli bir adalet sarayıydı.
En güzel yenilik ise şehrin merkezindeki parktan kaleye tırmanan teleferik olmuştu. Bundan yıllar önce bir kış gününde ziyaret ettiğim Gürcistan’ın başkentinde düşe kalka ve bin bir zorlukla kaleye tırmanmıştım. Şimdi bir yaz gününde tırmanmaya gerek kalmadan teleferik kolaylığı ile kaleye çıkacak olmak beni sevindirmişti.
Bundan önce eski şehrin taşlı sokaklarının birinde kendine yer bulan Starbucks çakması güzel bir kafede çikolatalı kruvasan ve Americano kahvesi ile midelerimizin çığlığını bastırdık. Hayatımda yediğim en bol çikolataya sahip kruvasan olmuştu bu. Kahvelerimizi bitirdikten sonra sokakları arşınlayarak Kura nehri üzerindeki köprüden karşıya geçtik ve büyük parkın ortasında bulunan teleferik sırasına girdik. Epey uzun bir kuyruk vardı burada. Sanki Eiffel kulesine çıkacakmışsınız gibi kuyruğa dahil oluyorsunuz. Ama uzun bir kuyruk olmasına rağmen teleferik sistemi hızlı olduğu ve her seferinde 6 kişi aldığı için epey hızlı bir şekilde sıra geliyor. Sonuçta 2 lari gibi uygun bir fiyata kaleye çıkma imkanı elde ediyorsunuz. 1 lari de Tiflis’in “Ak-bil”i diyebileceğimiz seyahat kartına veriyorsunuz. Sonuçta iki kişi 5 lari gibi bir ücretle kaleye çıktık. Teleferikten Tiflis’i seyretmenin hazzı ise parayla satın alınamayacak bir şey tabii ki.
Geçen yıllar sonrasında Tiflis’teki kalenin bulunduğu tepecik de turizmi keşfetmiş ve teleferik ile çevre düzenlemesi yapılmasıyla birlikte oldukça cazip bir turist noktası haline gelmiş. Gürcistan’ın anası heykeline selam verdikten ve hemen eteklerinin dibinde canlı müzik yapan iki Gürcüyü dinledikten sonra merdivenler ile kale kapısına geçiş yaptık. Tiflis kalesinin bulunduğu tepeye teleferik ile çıksanız bile dönüşte mutlaka merdivenlerden inmeyi tavsiye ediyorum. Merdivenlerden inerken farklı açılardan şehir manzarası ile fotoğraf çekilme imkanınız da oluyor böylece. Hem de kale kapısı tepenin biraz aşağısında olduğundan tekrar teleferiğe binmek için geri çıkmanıza gerek kalmıyor. Oldukça sağlam duran Narikala adlı kaleyi ve içindeki kiliseyi (St Nicholas Kilisesi) de gezdikten sonra merdivenlerden aşağı inerken hafif yağmur çiseliyor. Türkiye’de Karadeniz’i seller götürürken Tiflis’te ise yüzümüzü okşayan bu yağmur hoşumuza gidiyor ve kalenin eteklerinde bulunan güzel manzaralı bir kafeye girerek terasında bir şeyler içiyoruz.
Kaleden aşağıya indikten sonra Tiflis şehir turumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Önce meydanın sağ tarafında bulunan Müslüman mahallesini ve Zeynep mescidini ve hemen karşısındaki Türk hamamını turluyoruz. Buradan sonra köprüden karşıya geçerek Tiflis’in sembolü haline gelen Metekhi Kilisesi ve Kral Gorgasali’nin atlı heykelini geziyoruz. Özellikle kilisenin kapısının yanı başında bulunan çeşmeden kana kana su içiyoruz. Gürcistan ve Ermenistan’da her köşe başında bulunan bu tip çeşmelerden oldukça tatlı ve buz gibi suyu içmeniz mümkün… Ben dünyada en çok çeşmeli şehirleri seviyorum. Bu yüzden de Roma’ya aşık olmuştum zaten.
Bu güzel tepede biraz soluklandıktan sonra tekrar aşağıya inip hemen karşıdaki Rike Park’ta bulunan teleferiğin önünden geçerek karşıya Özgürlük Meydanı’na yürümeyi planlıyoruz. Tam bu esnada daha önce teleferiğin girişinin karşısında fark etmediğimiz bir sanat eseri ilgimizi çekiyor. Bu Gürcü heykeltraş David Monavardisashvili’nin parka kazandırdığı tamamen metalden yapılmış bir ağaç heykeli. Tree Of Life yani yaşam ağacı adını taşıyan bu heykel gerçekten incelenmeye değer ögeler taşıyor. Biz heykeli incelerken hemen yanı başında sevimli bir maymun dikkatimizi çekiyor. Sahibinin omzunda etrafa gülücükler saçan minik şempanze dostumuzla 10 Lari karşılığında biz de fotoğraf çektirmek istiyoruz. Evrim ağacında en yakın kuzenlerimizden biri olan bu primatları şahsen çok seviyorum. Hemen omzuma atlıyor ve poz vermeyi de çok seviyor. Arada elimi kaldırdığım için bana kızıyor ve bir çocuk gibi kafama vurarak beni azarlıyor. Sahibinin söylediğine göre dokunmamızı istemiyormuş. Uzaktan sevmemizi arzu ediyor. Elleri bir bebek gibi yumuşak olduğu için kafam acımıyor. Neyse ki sonradan barışıyoruz ve ikimiz de kameraya bakarak gülerek poz veriyoruz ve olay tatlıya bağlanıyor.
Maymun kardeşimizle hoşbeşten sonra yürümeye devam ediyoruz. Sağ tarafımızda yeni yapılan devasa konser salonunu inceliyoruz. İtalyan mimarlar Massimiliano ve Doriana Fuksas tarafından tasarlanan salon devasa iki metal-cam tüneli andırıyor. Şehrin siluetine katkıda bulunan bu dev mimari eserin hemen karşısında ise yine bir İtalyan mimarın imzası dikkatimizi çekiyor. Mtkvari nehrinin üzerine inşa edilen camlı metalik yaya köprüsünü (Bridge of Peace – Barış Köprüsü) İtalyan Michele de Lucchi tasarlamış. Bu eser de Tiflis’in yeni yüzüne büyük katkıda bulunmuş. Bu civarda dikkat çeken diğer büyük eser ise Tiflis’in görkemli adalet sarayı… Bölgedeki en büyük adalet sarayı olma ünvanını elinde bulunduran bu eseri de yine İtalyan mimarlar Massimiliano ve Doriana Fuksas yapmış.
Barış Köprüsü’nden geçerek Tiflis eski şehrinin labirentli sokaklarına dalıyoruz. Hedefimiz Özgürlük Meydanı. Ancak buraya giderken birbirinden güzel eserlerle süslü sokaklara rastlıyoruz. Bol bol kafeler ile şenlendirilmiş sokaklarda en dikkat çekici eser ise Gabriadze Saat Kulesi. Tiflis’in eğik saat kulesi olarak da bilinen bu sevimli eser ünlü tiyatrocu ve kukla sanatçısı Gabriadze’nin neredeyse yarım asırlık tiyatrosunun yanı başına 2011 yılında dört yıllık bir inşa sürecinden sonra kondurulmuş. Her gün saat 12.00 ile 19.00’da saat kulesinin üstteki kapısı açılıyor ve otomatik bir kukla gösterisi müzik eşliğinde başlıyor. Bu bakımdan Prag’ın meşhur atomik saatini anımsatıyor. Bu az bilinen modern sanat eseri Tiflis’e her gelen seyyahın mutlak surette görmesi gereken bir nokta olarak gönlümüzde yer ediniyor.
Güzel sokaklardan geçerek Özgürlük Meydanı’na ulaşıyoruz. Daha önce Lenin Meydanı veya Rusların Erivan’ı fethine binaen Erivan Meydanı olarak anılan bu tarihi meydanın hemen ortasında Gürcistan’a ismini veren Aziz George’un oldukça yüksekte bulunan altın renkli atlı bir heykeli bulunuyor. Burada bulunan bir Gürcü lokantasında leziz Gürcü yemeklerini tatma imkanı yakalıyoruz. Gürcü mutfağı ağırlıklı olarak hamur işi ve et veya her ikisinin kombinasyonlarından oluşuyor. Pide tarzı yiyecekler Türk damak tadına yakın. Öte yandan uzak doğu kültüründen bildiğimiz haşlanmış veya kızartılmış bohça mantı türü yemekler de oldukça yaygın olarak tüketiliyor.
Tiflis’te gün batarken güzel bir parkta veya kafede bir şeyler içerek ve günün yorgunluğunu atarak zaman geçiriyoruz. Daha sonra ertesi gün Erivan’a doğru çıkacağımız yol için hazırlık yapmak üzere hostelimize geçiyoruz.
Ertesi gün güneşin Tiflis semalarında tulu etmesiyle birlikte Erivan’a gitmek üzere Tiflis otogarına geçiş yapıyoruz. Tiflis otogarından minibüsler veya dolmuş taksiler Erivan’a gidiyor. Biz rahat bir yolculuk yapmak umuduyla bir dolmuş taksi ile anlaşıyoruz. 40 Lari karşılığında Erivan yolculuğumuz sabah saat 10.00’da başlıyor. Birkaç saat sonra Gürcistan-Ermenistan sınırına varıyoruz. 3300 Ermeni dramı (Yaklaşık 7 dolar) karşılığında 21 günlük Ermenistan vizemizi yaklaşık 5 dakikada alıyoruz. Üstelik vize ücretini kredi kartı ile yapıyoruz. Yarım saatlik kısa bir sınır geçişinin ardından tekrar yollardayız. Gürcistan-Ermenistan arasında tıpkı Karadeniz’deki gibi yemyeşil tepelerle çevrili yollardan geçildiği için oldukça keyifli bir yolculuk yapıyorsunuz. Akşama doğru Erivan tren garının önünde sona eren yolculuğum beni yıllar öncesine götürüyor. Zira Erivan’dan yine bir akşama doğru bu tren garından bir trene binerek ayrılmıştım. Şimdi ilk durağım yine bu tarihi tren garı oluyor. Hazır buraya gelmişken ertesi gün için doğrudan Erivan-Batum trenine bilet almaya karar veriyoruz. Tiflis’e geri dönmek zorunda kalmadan Batum’a geçiş yapacağız ve böylece Türkiye’ye de çok yaklaşmış olacağız. Erivan-Batum arası tren biletleri kişi başı yaklaşık 35 dolar… Biraz pahalı ve uzun bir yolculuk… Ama Batum’a geçiş için en güzel yol da bu. Ertesi gün saat 15.30’da trene binmek üzere buradan ayrılıp Erivan merkezine geçiyoruz.
Erivan’da kalacağımız hostel meşhur Cumhuriyet Meydanı’na yürüme mesafesindeki Rafael Hostel. Bulması biraz zor olsa da, asansörsüz altı kat çıkmak zorunda kalsak da, yatakları biraz rahatsız olsa da hostele kavuşmak bizi sevindiriyor. Sırt çantalarımızdan kurtulup kendimizi Erivan caddelerine vuruyoruz. Erivan caddeleri müthiş canlı ve kalabalık… Uzun ve geniş caddeler, trafiğe kapalı alanlar, kafeler, mağazalar, çeşmeler, parklar… Yürüdükçe keyifleniyoruz. Karnımızı doyurduktan sonra La Boheme adlı kafenin terasına kurulup yoldan gelip geçenleri seyrederek kahvemizi yudumluyoruz. Erivan akşamlarında geleneksel olarak çekirdek çitleme merasimi yapıyoruz. Yolda çekirdek satan yaşlı bir Ermeni kadından bir külah siyah çekirdek alıyoruz. Bu çekirdekler oldukça küçük ama lezzetli. Çitlemesi biraz zahmetli olsa da içindeki taneler doyurucu ve güzel. Bir banka oturup etrafı kirletmeme hassasiyetiyle çekirdek çitliyoruz. Herhalde Erivan’daki en keyifli anlarım bunlar oluyor.
Daha sonra geniş bir salonda 12 kadar yatak bulunan karışık bir hostel odasında geceyi geçiriyoruz. Ertesi gün sabah gün doğarken biz Erivan sokaklarına geri dönüyoruz. İlk iş yine La Boheme kafede oldukça mükellef fakat bir o kadar da pahalı bir kahvaltı ediyoruz. Dolar kurunun da etkisiyle kişi başı neredeyse 35-40 liraya tekabül eden bir fiyattan bahsediyorum. Kahvaltının ardından daha önceki gün ve gece Erivan merkezinin sokaklarını bir hayli arşınlandığımız için bu seferki hedefimiz Soykırım Müzesi ve Anıtı oluyor. Erivan merkezden bir taksi tutarak 1000 Dram (yaklaşık 2 dolar) karşılığında Soykırım müzesine geliyoruz. Sabah saatleri olduğundan pek kimsecikler olmayan ve Erivan’ı tepeden gören bu mekanda şahane Ararat (Ağrı Dağı) manzarası bizi karşılıyor. Ararat’ın başından hiç eksik olmayan karlar halihazırda duruyor. Hafif sisli olmasına rağmen dağ bütün heybetiyle şehri kucaklıyor. Soykırım anıtını ziyaretimiz sırasında burayı ABD’den ziyaret ettiklerini tahmin ettiğim kalabalık bir Ermeni ailesi birden ilahi söylemeye başlıyor. Biz de oldukça hüzünlendirici olan bu ilahiyi saygıyla dinliyoruz. Daha sonra saat 11.00 olunca Soykırım Müzesi ziyarete açılıyor. Müzeyi de büyük bir dikkat ve hayret ile gezdikten ve anı defterine bir not bıraktıktan sonra şehir merkezine geri dönüyoruz.
1000 Dram’a geldiğimiz tepeden şehir merkezine biraz da taksici zorbalığı ile karşılaşarak 2000 Dram vererek geri dönüyoruz. Gitmek 1000 dram olabilir ama dönüşte taksici tekeli olduğundan mecburen iki katı para vermeyi kabul ediyoruz. Biraz daha şehir merkezinde oyalanıp hediyelik eşya baktıktan sonra Erivan’ın eski ve gürültülü metrosunu kullanarak Cumhuriyet Meydanı’ndan 2 durak ötedeki tren istasyonuna geliyoruz. Tarihi tren istasyonundaki trenimizdeki yerimizi saat tam 15.00’te aldıktan sonra trenin kalkmasını bekliyoruz. 4 yataklı bir kompartımanda 2. Sınıf biletimiz var. Daha ucuz olan 3. Ve 4. Sınıf biletler tükenmiş bulunuyor. Bu yüzden 2. Sınıfta rahat bir yolculuk yapacağımızı umuyoruz ancak trenin kalkmasına 5 dakika kala kompartımanımıza şimşek hızında bir giriş yapan Ermeni ihtiyar karı-koca önümüzdeki 16 saatte bize hayatı zindan edeceklerini büyük bir cüret ile belli ediyorlar.
Bu tür seyahatlerde kompartımanınıza iki tip insan düşerse yandığınızın resmidir. Birincisi çocuklu aile, ikincisi ise elden ayaktan düşmüş ihtiyar… Bize ihtiyarlar denk geliyor. Ermeni amcamız her yarım saatte bir bütün uyarılara rağmen sigara yakıyor. Ermeni teyzemiz ise bir seyahate getirilmeyecek ne kadar yiyecek maddesi var ise hepsini getirmiş bulunuyor. Özenle açıp masaya yerleştirdiği çıkınından haşlanmış yumurta, pastırma, dürüm kebap ve bilumum koku yapacak yiyecek malzemesi çıkıyor. Bize de ikram ediyor ancak kibarca reddediyoruz. Sadece şeftali ve eriklerden yiyoruz. Ancak bizim iki ihtiyar tıka basa yemeye devam ediyorlar. Hava gittikçe ısınıyor, bizim ihtiyarlar daha çok yiyorlar. Ve tabii ki akşam karanlığı bastırdığında beklenen an geliyor. Bir tren kompartımanında sürekli sallanan bir araçta tıka basa bu tür yemekleri yedikten sonra ne olmasını beklerdiniz? Elbette ihtiyar teyzemiz rahatsızlanıyor ve istifra ediyor. Kompartımanın üst yatak kısımlarında köşemize çekilmiş müzik dinleyerek ve kitap okuyarak kendimizi ortamdan soyutluyoruz. Sonrasında biraz camdan etrafı izleyerek ve biraz da uyuyarak saatleri bir bir geçiriyoruz. Zamanla ihtiyarlar bize, biz de ihtiyarlara alışıyoruz. Hatta Ermeni teyzemizin gayet iyi Türkçe bildiğini keşfediyoruz. Bizimle zaman zaman muhabbet etse de, yolculuğun geri kalanında yatağında sessizce oturuyor. Bir ara trenin penceresinden kafamı çıkarıp yukarı bakıyorum. Issız Ermeni tepelerini geçerken gökyüzünde parlak yıldızlar bize eşlik ediyor. Trenin gıcırtıları, gecenin sessizliğine karışıyor. Kompartımanlardaki derin sessizlik ya bir bebek ağlaması yahut yorgun bir inleme veya fısıltılar ile bozuluyor. Sonra yine tren gıcırtısı, demirin sesi, gecenin ıssızlığı ve ay ışığı… Bu manzaralar eşliğinde Ermeni sınırını aşarak Gürcü tarafına geçiyoruz. Trenle yolculuk etmenin en güzel yanı trenden ayrılmadan pasaport kontrolünden geçiyor olmak herhalde. Kolaylıkla çıkış yapıyoruz ülkeden. Gürcü tarafındaki polisler ise bizim çantalarımızı aramak istiyor. Birkaç lüzumsuz soru soruyorlar. Çantalardan kirli-temiz çamaşırlar, kitaplar ve benzeri kişisel malzemeler dışında bir şey çıkmayınca bizi bırakıp başka kompartımanlara yöneliyorlar.
Tam 16 saatlik tren yolculuğu sabah saat 07.00 sularında Batum’un gri silueti karşımıza çıkınca sona eriyor. Batum şehir merkezine inşa edilen yeni tren garında iniyoruz. İhtiyar Ermenilere son yardımımız onların çantalarını istasyon dışına kadar taşımak oluyor. Teşekkür ederek ayrılıyorlar. Biz de taksicilerin ısrarlarına rağmen iki üç kilometre yolu yürürüz diye düşünerek şehir merkezine doğru yürümeye başlıyoruz. Arada biraz yağmur yağıyor. Bir saçak altına sığınıyoruz. 10 dakika sonra yağmur kesilir gibi olunca yeniden yürüyoruz. Ve nihayetinde Batum merkezindeyiz. Batum merkezi oldukça modern bir görünüme sahip. Geniş caddeler, süslü binalar, kafeler, restoranlar… Limanın hemen yanı başında ise Batum siluetini oluşturan sembolik yapılar yükseliyor.
Öncelikle Batum’un tepelerine kadar giden teleferiğin hemen karşısındaki caddenin sonunda bulunan bir kafede kahvaltı ediyoruz. Bursalı bir Türk işletmecinin kafesinde Türk usulü kahvaltı oldukça uygun fiyata servis ediliyor. Daha önce sorduğumuz bir yerde kahvaltı kişi başı 20 Lari iken burada kişi başı 10 Lari ile güzel bir kahvaltı edebiliyorsunuz. Teleferiğe binmiyoruz zira hem geç bir saatte açılıyor hem de biz daha çok yürüyerek şehri dolaşmak istiyoruz. Elimizdeki son Ermeni Dram’larını da döviz bürosunda Lari’ye çevirdikten sonra Batum limanındaki parka gidiyoruz. Burada büyük bir dönme dolap dikkatimizi çekiyor. London Eye’dan esinlenilerek yapılmış bu büyük dönme dolap da Batum siluetinin önemli bir parçası. Önce ona binmeyi istiyoruz ancak daha sonra Alphabet Tower (yani Alfabe Kulesi) daha cazip geliyor. DNA sarmalı şeklinde tasarlanmış ve üzerinde Gürcü alfabesinin harfleri bulunan bu ilginç yapının hemen tepesinde ise adeta bir disko topu yer alıyor. Bir asansörle kişi başı 10 Lari karşılığında kulenin tepesine çıkılıyor ve şehir bir de oradan görülebiliyor. Burada kahve içmeyi çok önermiyorum zira şehirler arası otobüs tipi karton bardaklarda servis edilmesine rağmen pahalı bir fiyatı var. Burada dikkat çeken diğer eserler ise güzel bir saat kulesi olan Chacha Kulesi ile Ali ve Nino heykeli. Ali ve Nino heykeli Tamar Kvesitadze adında bir heykeltraşın tasarladığı metalden yapılmış, kavuşamayan iki aşığı (Azeri ve Gürcü) anlatan ve birbiri içinden geçerek hareket eden bir heykel. Buraları gezip biraz da şehrin sokaklarını arşınladıktan sonra içimizde ülkemize dönme hissi peyda oluyor. Zamanımız ve paramız tükeniyor zira… Dolar kuru farkından dolayı beklediğimizin çok üzerinde para harcıyoruz ve Batum’da da her şey ateş pahası gibi geliyor bize.
Bu yüzden derhal bir taksici ile anlaşıp Sarp sınır kapısına geçiyoruz. Bu sefer yayan olarak sınırı geçeceğimiz için oldukça kolayca ülkemize geri dönüyoruz. Sınırda geçirdiğimiz toplam süre 30 dakikayı geçmiyor ve artık Türkiye’deyiz.
Hemen bizi Hopa’ya götürecek bir minibüs buluyoruz. Minibüs tam kalkmak üzereyken yetişiyoruz ve yine zaman kaybetmeden kişi başı sadece 6 TL ücretle Artvin’in Hopa ilçesine geliyoruz.
Hopa bütün Karadeniz sahil kasabaları gibi küçük ve sevimli bir yer. Çok sayıda otel ve restoran dikkatimizi çekiyor. Burada konaklamaya karar veriyoruz. Önce hemen merkezde bulunan ve ev yemekleri yapan bir lokantada karnımızı doyuruyoruz. Sonra kalacağımız güzel bir otel buluyoruz. Burada otellerin hepsi deniz manzaralı neredeyse. Otel ücreti kişi başı 80 lira civarında. Buna deniz manzaralı bir kahvaltı da dahil. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra Hopa’nın sahilinde biraz yürüyüş yapıyoruz. Bu arada Hopa aşığı Ulvi Sinan Dişli’nin koleksiyonlarının sergilendiği Hopa Müzesi ve Kültür Evi’ne gidiyoruz. Karadeniz yaşamı ve kültürü ile ilgili bir çok eşyanın sergilendiği bu müzeyi bir rehber eşliğinde sadece 5 lira gibi bir ücretle gezebiliyorsunuz. Hopa’da bir gece konakladıktan sonra ertesi gün dolmuşlara atlayarak Rize merkezine geçiyoruz. Rize’de yine 60 lira gibi bir ücretle bir otel ayarladıktan sonra günübirlik turlardan biriyle Ayder-Palovit-Zir Kale turu satın alıyoruz. Günübirlik turların ücreti ise 50 lira.
Ertesi sabahki tur işini ayarladıktan sonra Rize’yi gezmeye başlıyoruz. Rize merkezdeki Gloria Jeans kafede biraz kahve içip soluklandıktan sonra şehir merkezindeki Orta Cami önünden kalkan dolmuşlarla Rize Ziraat Çay Bahçesi’ne çıkıyoruz. Burada elbette çay içiliyor. Yemyeşil güzel bir bahçe burası. Tür tür bitkiler ile bezenmiş. Elbette en önemli bitki de çay… Burada Çayla adlı kafede geniş bir menü ile hem karnınızı doyurup hem çay içmeniz mümkün iken biraz daha yukarıda bulunan Çaykur’un kafesinde ise demlik ile veya bardak ile çayın keyfine varabiliyorsunuz. Fiyatlar oldukça makul.
Bu noktadan Rize kalesi bütün ihtişamıyla görünüyor. Oraya kadar inişli çıkışlı yollardan yürümek zor… Dolayısıyla 10-12 lira kadar bir ücret ile taksi vasıtasıyla kaleye geçiş yapabiliyorsunuz. Kale de gayet iyi muhafaza edilmiş ve halihazırda devam eden de bir restorasyon çalışması var. Rize’nin genel şehir manzarasını ve yeşilin denizle buluşmasını buradan seyredebilirsiniz. Ayrıca kale içindeki kafede mıhlama yemenizi tavsiye ederim zira oldukça lezzetli ve uygun fiyatta idi. Kalede vakit geçirdikten sonra şehir merkezine herhangi bir vasıtayla gitmenize gerek yok. Kalenin önündeki asfalt yoldan kendinizi aşağı saldığınızda yaklaşık 10 dakika sonra şehir merkezine varıyorsunuz. Üstelik bu yürüyüş sırasında tepeler boyunca uzanan çay bahçelerini görüyor hatta bazı Rizeli kadınların çay hasadı yapışına da şahit oluyorsunuz. Evet Rize’de şehir merkezinde bile çay ekiliyor ve hasadı aktif şekilde yapılıyor. Şehir merkezine döndüğümüzde gidilecek bir yerimiz daha vardı. Gün batımını kaleden izlemek yerine özellikle Rizelilerin favori mekanlarından biri olan Dağmaran’a gitmek istedik. Dağmaran şehir merkezine 5 kilometre mesafede, şehri çevreleyen dağların ardında ve oldukça kıvrımlı yollardan ulaşılan bir restoranın adı. Burada harika bir günbatımı manzarası ve Rize’nin arka tarafında bulunan yaylaların ve Kaçkar dağlarının görüntüsü göz kamaştırıyor. Üstelik Dağmaran’a gitmesi oldukça kolay. Yine Orta Cami önünden kalkan Kaplıca-Dağbaşı minibüsleri 2,5 lira gibi bir ücretle sizi Dağmaran’ın kapısı önüne kadar getiriyor. Bence kendi arabanız varsa bile dolmuşla gitmeyi tercih edin. Zira yolları bir hayli zor ve çetrefilli. Üstelik minibüsler gece 22.30’a kadar şehir merkezine sizi geri getiriyor. Dolayısıyla oldukça mantıklı bir ulaşım aracı Dağmaran için. Dağmaran gerçekten de güzel bir restoran. Eşsiz bir günbatımı seyrediyoruz burada. Yemekleri de bir hayli lezzetli. Ben özellikle pidesini, fasulye kavurmasını ve fırın sütlacını beğendim. Mısır ekmeği de muhteşemdi. Menüdeki diğer yemekler de eminim bir o kadar lezzetlidir. Biz yemeğimizi yayla manzarası ile yedikten sonra masa değiştirip çaylarımızı da Rize şehri üzerinden günbatımını seyrederek yudumladık. Şu ana kadar çok farklı mekanlarda gün batımı izledim, bu izlediklerim arasında en iyisi değilse de, en keyiflilerinden biriydi diyebilirim.
Dağmaran denilen yerde hava iyice kararıncaya kadar durduk. Sonra şehir merkezine dönen dolmuşu beklemek için yol kenarına çıktık ve 7-8 dakikalık bir beklemenin ardından dolmuş geldi, 10 dakika sonra da yeniden şehir merkezindeydik. O saatten sonra Rize için dinlenme vakti gelmiş demekti. Zira ertesi gün saat 09.00’da çok harika bir Ayder turu bizi bekliyordu.
Sabah erken uyanıp Ayder turu için hazırlık yaptık. Önce bizi Ayder’e götürecek olan Rize İş Merkezi’nde ofisi bulunan ActBilet’in hemen karşısında bulunan bir lokantada kahvaltı ettik. Kahvaltı tabağı 15 lira ve oldukça doyurucu. Saat 08.50 olduğunca ActBilet’in ofisinin önünde beklemeye başladık. Birkaç dakika içinde firma sorumlusu beyefendi gelerek hemen karşıda duran Mercedes marka minibüsün bizim için beklediğini söyledi. Gerçekten oldukça lüks ve rahat bir araç ile turu yapacak olmamız bizi sevindirdi. Sonuçta sabah 9’dan akşam 7’ye kadar bu aracın içinde olacaktık. Firma hemen her gün Rize merkezinden Uzungöl, Ayder ve benzeri bir çok yere oldukça uygun fiyatlara turlar düzenliyor. Günübirlik bu turlara katılmak bir hayli ekonomik. Araç içi kek ve su gibi ikramlarla birlikte Fırtına Deresi-Şen Yuva Köyü-Palovit-Zir Kale-Ayder gibi önemli noktalara uğrayan tur sadece 50 lira. 19+1 minibüs ile neşeli başlayan yolculuğumuz bazı otellerden, Çayeli’nden ve farklı bir iki noktadan diğer müşterileri almamızla başlamış oldu. Evet tur firması sizi istediğiniz yerden alabiliyor ve böylece tura kolaylıkla dahil olabiliyorsunuz. Biz sırt çantalarımızı minibüsün bagajına yükledik ve Karadeniz müzikleri eşliğinde yola revan olduk. İlk en önemli durağımız Zip Line yapma imkanı bulacağımız Fırtına Deresi üzerinde bir nokta oldu. Burada nefis bir taş köprü manzarası eşliğinde sadece 15 lira ücretle Zip Line bir gidiş-bir geliş olarak binebiliyor ve 10 lira karşılığında profesyonel makineyle fotoğrafınızı çeken ekipten fotoğraf satın alabiliyorsunuz. Zip Line oldukça keyifli ve güvenli bir eğlence aracı. Böylece daha ilk durakta adrenalin seviyemiz yükseldi ve yola devam ettik. Daha sonra bir dizinin de çekimlerinin yapıldığı Şen Yuva (Çinçiva) Köyü’ne geçtik. Burada fotoğraf çekilecek birbirinden güzel mekânlar bulunuyor. Biz yine sevimli bir köpekçik bulup hayvanlarla fotoğraf çekilme ritüelimizi gerçekleştirmiş olduk.
Daha sonra meşhur Zir Kale’yi pas geçerek 4 kilometre ötedeki hayranlık uyandırıcı Palovit Şelalesi’ne gittik. Bu şelaleyi kelimelerle anlatmak imkansız. Bölgenin debisi en yüksek şelalelerinden biriymiş. Üstelik şelalenin en altına kadar rahatlıkla inilebiliyor. Burada sırılsıklam olma pahasını anın tadını çıkarmak ve üstüne üstlük muhteşem fotoğraflar çekilmek mümkün. Ancak en güzeli yazın sıcağında neredeyse üşüyecek kadar serinlemek ve ferahlamak oluyor. Harika Palovit deneyiminden sonra geri giderek Zir Kale’ye tırmanıyoruz. Zir Kale yahut Zil Kale gerçekten görülmesi gereken bir yer. Kaçkar Dağlarının heybetini üzerinde taşıyan bu kale oldukça iyi korunmuş ve bir hayli turist çekiyor. Bilhassa araçla kaleye yaklaşırken yolun karşısından Kaçkar Dağları ile bir arada görüntüsü gözleri kamaştırıyor.
Günün ilk yarısında bir oraya bir buraya yoğun geçen turumuz nihai hedefimize yani Ayder’e doğru devam ediyor. Yarım saatlik bir sürüşün ardından Çamlıhemşin’e 19 km uzaklıkta ve tam 1350 metre yükseklikte bulunan Ayder Yaylası’na geliyoruz. Saatlerimiz öğlen 13.00’ü biraz geçiyor ve Ayder’de akşam 5’e kadar serbest zamanımız olduğunu öğreniyoruz. Tabii ki öncelikle tur aracımızın bizi bıraktığı Bizum Mutfak adlı lokantada karnımızı doyuruyoruz. Kişi başı ortalama 20-25 liraya etli/tavuklu/balıklı bir menü ile karnınızı doyurmanız mümkün. Çok para harcamayım diyorsanız daha ekonomik olan menemen-çay seçeneğini de düşünebilirsiniz tabii.
Karınlar doyduktan sonra Ayder Yaylası’nda biraz yürüyüşe çıkıyoruz. Burası da ciddi anlamda turizm endüstrisinden nasibini almış. Hemen gözün alabildiği her yer pansiyon, otel, lokanta veya kafe olarak tasarlanmış. Elbette yaylanın kendisi yeşilin her tonunun hakim olduğu, başı dumanlı tepeler ve her yerden çağlayan sulardan ibaret. Serin ve güzel bir hava sizi rahatlatıyor. Yürüyüşün ardından Ayder’in yeşil yokuşlu tepeciklerinden birine yayılıp etrafı seyredebilirsiniz. Dev salıncaklara binebilir, adrenalin pompalarsınız… Yahut bir kafeye oturup çay-kahve içebilirsiniz… Burada geçireceğiniz zaman tamamen size kalmış. Ancak her anından keyif alacağınıza dair hiçbir şüpheniz olmasın.
Ayder’in rahatlatıcı ortamı günün yorgunluğunu atmamıza kafi geldi. Turumuz bir hatıra fotoğrafı çekimi ve tabii ki aracın bir kenara çekilip gürültülü müzik eşliğinde horon tepilmesi ritüelinin ardından Rize merkezde başladığımız yerde sona erdi.
Şimdi bizim için Rize’de gece geç saatlere kadar oyalanmak daha sonra Rize Kütüphanesi önünden kalkan Havaş’a binerek Trabzon Havalimanı’na geçtikten sonra memlekete gitme zamanı. Rize’den bir saatlik yolculuğun ardından Trabzon Havalimanı’na varıyoruz. Sabah saatlerinde uçağımızı beklemek üzere havaalanının bir köşesine kıvrılıp yatıyoruz. Sonra ver elini Adana… Oradan da memleketimiz Antakya… Kebaplar, mezeler, biberliler, künefeler… Hayat gezince ve yiyince güzel…
artvin, ayder, batum, erivan, ermenistan, gezi, gürcistan, karadeniz, palovit, rize, seyahat, tiflis, trabzon