ANTAKYA-ADIYAMAN-NEMRUT-ŞANLIURFA-GAZİANTEP-ANTAKYA
2017 yılının Temmuz ayının son gününde Antakya Otogarı’ndan Adıyaman’a giden otobüse bindim. Maksadım hiç gitmediğim Nemrut Dağı’na çıkmak ve orada gün doğumunu seyretmekti. Evden ayrılırken bütün zihnim bu amaca odaklıydı ve başka hiçbir şey düşünemiyordum.
Yaz ayları aşırı sıcaklardan ötürü söz konusu bölgeye gitmek çok tavsiye edilmiyor olsa da, ben mental olarak her türlü zorluğa katlanarak bu harika deneyimi yaşamak niyetindeydim.
Nitekim otobüs Kahramanmaraş üzerinden Adıyaman’a doğru bütün hızıyla hareket ediyor ve beni bu yüce amaca taşıyordu. Tabii Adıyaman’dan önce Kahramanmaraş’ta bir mola verdi ve ben de bu molayı aşırı sıcakların da etkisiyle güzel bir Maraş dondurması yiyerek değerlendirdim.
Nihayet öğlen saatlerinde yakıcı güneşin altında Adıyaman şehir merkezine ulaşmıştım. Gerçekten de sıcaklık tahammül edilemeyecek bir derecede idi. Neyse ki merkezde çok oyalanmadan liseden beri görüştüğüm değerli arkadaşım Adıyamanlı Mehmet ile buluştum ve geceyi geçirmek üzere evine davet etti. Günün yorgunluğunu çay eşliğinde sohbet ederek beraberce çıkardıktan sonra sabah erken saatlerde Mehmet’ten ayrılarak asıl maksadım olan Nemrut’a gitme planları yapmaya başladım.
NEMRUT’A NASIL ÇIKTIM?
İnternette yaptığım araştırmalara göre Adıyaman’dan sizi Nemrut dağına çıkaracak turlar düzenleniyormuş. Fakat benim gittiğim gün doğrudan Adıyaman’dan beni Nemrut’a götürecek uygun bir tur bulamadım. Turlar daha çok hafta sonları yapılıyormuş ve ben ise bir Salı günü Adıyaman’a gelmiştim. Tabii ki bu durum beni hedefimden alıkoyacak değildi. Daha çok araştırma yaparak Adıyaman’ın Kahta ilçesinde hemen ilçe girişinde bulunan bir pansiyonun sahibine ulaştım. Bu pansiyon Kahta’ya gelip Nemrut’a çıkacak olan turistlerin uğrak noktasıymış meğer. Buradaki beyefendi o zamanın fiyatıyla 150 liraya size harika bir paket halinde Nemrut turu hizmeti veriyor. Şöyle ki… Adıyaman otogarından Kahta dolmuşlarına bindiğiniz zaman hemen bu pansiyonun önünde inebiliyorsunuz. Adıyaman Kahta arası sadece 34 kilometre ve yaklaşık yarım saat sürüyor.
Buraya yerleştikten sonra (gayet güzel bir pansiyon) gece saat 02.30 civarında sizi uyandırıyorlar. Bu dediğim tabii ki Nemrut’ta gün doğumu izlemek isteyenler için… Bir de bunun gün batımı izleme versiyonu var. Ama biraz sonra anlatacağım sebeplerden ötürü size gün doğumu izlemeyi tavsiye ediyorum zira size vaat ettikleri gün batımına göre daha fazla…
NEMRUT DENEYİMİ SABAHA KARŞI 02.30’DA BAŞLIYOR
Dediğim gibi pansiyonda dinlendikten sonra sabaha karşı saat 02.30 civarında kapınız çalınıyor ve hazır olmanız isteniyor. 10-15 dakika sonra ben kapıda hazırdım. Yine hafta içi olması hasebiyle benden başka sadece bir kişi daha vardı. Dolayısıyla bir adet şoförle birlikte toplam 3 kişi olarak yola çıktık Kahta’dan. Kahta ile Nemrut Dağı ziyaret yeri arası toplam 45 kilometre, dağa tırmanış olduğundan toplam seyahat süresi 1 saati biraz geçiyor elbette. Ama bu güzel turun asıl sürprizi sabaha karşı bu yola çıktıktan yaklaşık 40 dakika sonra çıkıyor karşınıza. Nemrut Dağı’ndaki heykellerin bulunduğu bu noktaya varmadan önce size dağların arasında elips biçiminde bir gökyüzü görüntüsü sunan harika bir yıldız gözlem noktası var. Şoförümüz burada durarak bize gönlümüzce yıldızlara bakma fırsatı sunuyor. Arabadan iner inmez ve arabanın farları söner sönmez kafamı yukarı kaldırdığımda gördüğüm manzara abartısız söylüyorum hayatımda gördüğüm en etkileyici, sarsıcı ve dehşetli manzaraydı. Normal bir zamanda şehir ortamında asla göremeyeceğiniz sayıda ve büyüklükte yıldızı, on binlerce belki yüz binlercesini bir arada görüyorsunuz ve içinize bir korku salıyor bu muhteşem görüntü. Belli başlı bütün takım yıldızlarını çok rahat bir şekilde çıplak gözle görmeniz mümkün. Bu arada buradaki yıldızlar ile Nemrut dağındaki kral-tanrılar arasında ilişki kuran bir çok mitolojik hikaye de var. Şoförümüz bir kaçını bize anlatmaya çalışıyor. Aslında o noktada eski Komagene uygarlığının neden Nemrut Dağı’na böylesi heykeller yaptığını biraz daha anlıyorum. Hem doğan ve batan güneşi karşılamak hem de kudretleriyle insanları kendilerine taptıran yıldızlara yakın olmak… Herhalde en ulvi amaç bu olsa gerek…
ANTIOCHOS İLE ARAMDAKİ İLGİNÇ BENZERLİKLER
Nemrut Dağı’nın zirvesi 2150 metre… Yani ortalama yükseklikte bir dağ. Ama onu özel kılan Kommagene Kralı 1. Antiochos’un yöredeki bütün tanrılara adadığı bir tapınağın kalıntılarına sahip olması. Bakın burada 2 bin yıllık bir tarihten bahsediyoruz. 1. Antiochos Milattan Sonra 62 yılında tahta çıkmış… Tam tarihi dağdaki aslan kabartması üzerine kazınmış: 7 Temmuz 62…
Bu elbette benim için çok enteresan bir tesadüfe de işaret ediyor. Çünkü ben de 1984 yılında bir 7 Temmuz günü dünyaya gelmişim… Dolayısıyla Nemrut Dağı’na bu muhteşem heykelleri inşa ettiren 1. Antiochos benim doğum günümde tahta çıkmış. Ama benim için tesadüfler bununla sınırlı değil. Zira Antiochos ismi de benimle doğrudan bağlantılı… Çünkü ben Antakya’lıyım. Antakya’da dünyaya geldim ve büyüdüm. Antiochos her ne kadar benim doğduğum şehri kuran İskender’in komutanlarından Seleukos Nikator’un babası Anatiochus ile aynı kişi olmasa da, ismen ona benzerliğiyle benim doğduğum kent ile bir özdeşlik taşıyor. (Antakya şehrinin kuruluşunun Milattan Önce 300’lü yıllarda gerçekleştiği göz önüne alınırsa Kommagene Krallığı’nın hüküm sürdüğü ve 1. Antiochos’un tahta çıktığı zamanla aralarında en az 350 yıl olduğu görülüyor.)
Biraz daha derine inersem kendimi Antiochos’ların reenkarnasyonu olarak ilan edebilirim. Reenkarnasyon inancı benim doğduğum topraklarda insanların gerçekten inandığı bir şey zira.
YAPILACAKLAR LİSTEME BİR MADDE DAHA EKLENDİ
Nemrut Dağı’na çıkarken yıldızlarla böylece hemhal olmak bana müthiş bir haz veriyor. Herhalde eski zamanlarda yaşasam ya yıldızlara ya aya güneşe veya hiç olmadı Ağrı Dağı veya Everest gibi yüce bir dağa tapardım.
Bizi dağa çıkaran şoförümüz bu yıldız gözlem noktasında bazı yerli-yabancı turistlerin 1 hafta 10 gün kadar kamp kurduklarını söylüyor. Bu sözüyle benim “to do list”ime bir madde daha eklediğinin farkında değil tabii ki… Çünkü gerçekten orada kamp yapılıp 1 hafta boyunca her yıldıza tek tek isimler takmak gibi karşı konulmaz bir istek kaplıyor ruhumu…
DOYA DOYA YILDIZ GÖZLEMİ
Yıldızlara doya doya baktıktan sonra Nemrut Dağı’na doğru yolculuğumuza devam ediyoruz. Nihayet bir tesisin olduğu ve arabaların çıkabileceği son noktaya geliyoruz. Burada ören yerine giriş biletlerimizi alarak bir sonraki yere bizi götürecek servis araçlarını bekliyoruz.
DİKKAT NEMRUT’TA ÇOK ÜŞÜYORSUNUZ!
Size Adıyaman’a ilk geldiğimdeki hava sıcaklığından bahsetmiştim sanırım… Gündüz hava sıcaklığı 40 dereceyi geçiyor ve tahammülü zor bir hal alıyordu. Gelin görün ki Nemrut Dağı’na bir gece yarısı çıkınca işler hiç de öyle olmuyor. İnternetteki bütün uyarılara rağmen “Temmuz-Ağustos ayında dağda da olsak üşümeyiz herhalde, ne kadar soğuk olabilir ki canım?” diyerek yanıma hiçbir ceket almamıştım. Öyle ya Güneydoğu bölgesine yazın ortasında giden biri neden yanına ceket alsın. Üstelik uyarılmasına rağmen… Ama itiraf ediyorum bu büyük bir hataymış. Zira tepeye tırmanmaya başlamadan önce zangır zangır titriyorum. Yani dişlerim birbirine çarpıyor. O derece soğuk… Ağustos ayının ilk günü… Ama ben kürk bulsam giyeceğim…
Neyse ki bunu bilen girişimciler size bir çözüm geliştirmiş. Koskocaman bir battaniye kiralayabiliyorsunuz. 5 TL vererek ben de battaniye aldım. Ama battaniye bildiğiniz çift kişilik gibi. Çok büyük bir ağırlık ve yük. Biz de biraz sonra yaklaşım yarım saat süren dik bir tırmanışa geçeceğiz yayan olarak. Dolayısıyla aldığım battaniyeyi dağın zirvesine kadar yanımda taşımak bana zül geliyor. Ah diyorum ah… “Uyarılara kulak asıp bir polar alsaydım yanıma. Ne de güzel olurdu şimdi o poları giysem… Bu battaniye nedir şimdi…”
Bu duygularla ilk başta hevesle sarıldığım battaniyeyi bizi tırmanma noktasına çıkaran servis aracında bırakmaya karar veriyorum ve tırmanmaya başlıyoruz…
Elbette ilk aşamada tırmandığım için üşümemeye başlıyorum. Çünkü araçların durduğu nokta ile gözlem teraslarına yani heykellerin olduğu yere gerçekten dik ama taş merdivenli bir yokuştan uzun süre çıkıyorsunuz ve bu sizi ısıtıyor ve hatta terletiyor. Kolay bir çıkış olmadığını söylemem gerekiyor.
Gel gör ki, tırmanış tamamlanıp gün doğumunu seyretmek için Doğu Terası’nda yerimi aldığım andan gün doğumuna kadar o kadar çok üşüdüm ki, etraftaki birilerine sarılmamak için kendimi zor tuttum diyebilirim… Demem o ki… Siz siz olun yazın ortasında 50 derece sıcaklıkta bile buraya geliyor olsanız, sırt çantanıza bir polar ceket koymayı asla ama asla ihmal etmeyin…
AH ŞU İNSANLAR DA OLMASA!
Gün doğumunu beklerken beni rahatsız eden tek şey soğuk değildi tabii… Maalesef bir gözlem noktası olan terasta yalnız olamıyorsunuz. O muhteşem gün doğumu manzarasını beklerken bütün ruhunuz coşacak iken etrafınızda bulunan ve çoğunluğu geveze olan insanlarla bir aradasınız. İnsanlar soğuk espiriler, gereksiz laubalilikler ve envai çeşit lüzumsuzluklar ile oradaki efsanevi ortamı bozmak için adeta ellerinden geleni yapıyorlar. Hele ki gruplar halinde gelenler… Tam da bu gevezelikler yüzünden grup haline gezmekten hep çekinmişimdir. Neyse ki buna bir çözüm var. Kulaklığı takıp son ses en sevdiğiniz müziği açabiliyorsunuz. O zaman ortamdan soyutlanmak mümkün. Nitekim ben de öyle yapıyorum. Ama bu sefer o lüzumsuz kalabalıkların sigara seansları başlıyor. Bir sigara sönüyor, öteki yakılıyor. Üstelik bir sit alanında, bir tarihi mekanda… Hunharca sigara içiyor lüzumsuz kalabalıklar… Elden geldiğince insanoğlundan uzağa geçiyorsunuz. Ama işte o kadar çoklar ki…
Neyse hiçbir şeyin Nemrut’taki muhteşem deneyimi baltalamasına izin vermeden ve yaklaşık 45 dakika-1 saatlik bir bekleyişten sonra sonsuz ufuklardan güneş ışınları gelmeye başlıyor. İşte o an her şeyi unutuyorsunuz zaten…. Adeta Nemrut Dağı’ndaki o tanrılardan birine dönüşüyorsunuz. Evrende bir tanrı yalnızlığı ve tanrısal bir üstünlük duygusu kaplıyor ruhunuzu. Sanki güneş ta milyonlarca kilometreden sadece sizin için geliyor, sizi selamlamak için, sizi aydınlatmak, sizi ısıtmak için ortaya çıkıyormuş gibi hissediyorsunuz. Evrendeki bütün gereksizliğiniz, önemsizliğiniz o an için sona eriyor. Kendinizi güneş sisteminin ve evrenin merkezinde görmeye başlıyorsunuz… Milyarlarca yıldızın size öğrettiği alçakgönüllülüğünüz tek bir yıldızın, bizim yıldızımız olan Güneş’in marifetiyle yerini tarifsiz bir büyüklük ve tekillik duygusuna bırakıyor.
SONSUZ KÜÇÜKLÜK VE SONSUZ BÜYÜKLÜK
Bence her iki duygu da, yani önemsizlik ve alçakgönüllülük ile büyüklük ve tekillik duygusu da insanın muhakkak tecrübe etmesi gereken ve ona muhteşem bir derinlik katan duygular…
Ben evren ile olan ilişkimde her iki uçta yaşıyorum çoğunlukla. Özellikle tabiatla ve evrenle doğrudan muhatap olduğum zaman dilimlerinde hem sonsuz bir küçüklük hem de sonsuz bir büyüklük yaşıyorum. Yerine göre evrende kendimi konumlandırdığım koordinatlar değişiyor. Belki de hakikaten bir atom kadar küçülüyor ve bir galaksi kadar büyüyorum. Kim bilir… Biz sadece hissettiklerimizi hakikat zannediyoruz. Bizim için gerçeklik algılarımızdan ibaret. Ama gerçekte ne olduğumuz ise ne bize ne de başkalarına malum oluyor. Bu ebedi bir sır… Ezeli bir bilmece… Çözülemiyor, çözülemeyecek…
SAPIENS OLARAK ÇIKTIM DEUS OLARAK İNDİM
Böylece sıradan bir Homo Sapiens olarak çıktığım Nemrut’ta ben de oradaki tanrı ve kral heykelleriyle birlikte tanrısallaşıyorum. Bir Tanrı İnsan, Harari’nin deyimiyle “Homo Deus” oluyorum.
Kendimle ne kadar gurur duysam azdır…
Gün doğumu seremonisi sona erip bir süreliğine kurulduğum göklerdeki tahtımdan yeryüzüne indiğimde… Dağın Doğu ve Batı teraslarındaki ve kısmen Kuzey terastaki bütün şaheser güzellikte heykelleri keşfetmeye ve onları hayranlıkla seyre dalıyorum. Keşke benim de buraya bir heykelim dikilseymiş diye de içimden geçirmiyor değilim tabii… Belki bilmem kaç önceki hayatımda buradaki kraliyet ailesinden biriydim diyerek yine reenkarnasyon inancına selam yolluyorum. Elbette buna inanmıyorum… Ama heyecanlı oluyor işte…
Nemrut dağını keşfimiz sona erince şoförümüz bizi yöredeki çok önemli birkaç antik kalıntıya yine arabayla götürerek oraları keşfetmemize yardımcı oluyor.
Bunlardan en önemlisi tabii ki Arsameia Örenyeri oluyor. Burası Kommagene krallığının yazlık yönetim merkeziymiş… Çok sayıda kabartma ve heykellerin yanı sıra Anadolu’nun bilinen en büyük Grekçe kitabesi de burada… Özellikle kitabeyi görmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Ama ondan daha güzeli yine burada bulunan Antiochos ile Heracles (Herkül)’ün tokalaşma sahnesini betimleyen kabartma stel… Sabah saatlerinde bu güzel heykel ve steller arasında muhteşem bir tur atınca, zaten Nemrut dağında kabaran duygularım adeta Nirvana’ya ulaşıyor.
Bu tur kapsamında sadece Arsameia’ya değil üç önemli noktaya daha gidiyoruz. Bunlardan biri yeni adıyla Cendere Köprüsü, tarihi adıyla ise (Roma imparatoru) Septimius Severus Köprüsü (193-211 yılları arasında yapılmış)…
Diğer önemli nokta ise Kahta Kalesi… 350 metre yükseklikte muhkem bir kale ve hemen altında Şeytan Köprüsü adlı güzel bir köprü var…
En son ise Karakuş Tümülüsü denilen ve Kommagene Kralları’nın anıt mezarlarının bulunduğu harika bir yere gidiyoruz. Burada üzerlerinde muhteşem kartal heykellerinin bulunduğu dev sütunlar görülmeye değer.
İşte bu muhteşem turdan sonra tur şoförümüz bize günün son güzel sürprizini yapıyor ve tur kapsamında olan pansiyonda açık büfe kahvaltımıza saat yaklaşık 9.30-10.00 sularında götürüyor. Gece kaldığım pansiyonun bahçesinde pansiyon sahibinin de hoş sohbeti eşliğinde açık büfe lezzetli ve keyifli bir kahvaltı yapıyorum ve öğlen saatlerinde yeniden Adıyaman merkezine dönerek bu sefer beni Şanlıurfa’ya götürecek minibüse atlıyorum.
Adıyaman-Şanlıurfa arası sadece 112 kilometre… Buraya geliş amacım ise sadece ve sadece Balıklıgöl’de biraz vakit geçirmek ve Ayn Zeliha’nın yanındaki restoranlarda patlıcan kebabı ve lahmacun yemek. Çünkü buraya sadece bunları yemek için bile gelinir.
Elbette sadece yemek yemekle yetinmedim Balıklıgöl’de… Kaleye tırmandım şöyle bir Halilürrahman’a yukarıdan baktım.
ŞANLIURFA KALESİ’NDEKİ SÜTUNLAR MANCINIK MI?
Şanlıurfa Kalesi’nde iki sütun vardır bilirsiniz. Bunlar korinth tarzı dediğimiz kökleri yunan mimarisine dayanan tarzda inşa edilmiş iki sütundur. Aslında sütunlar bu kaleden eskidir. Zira kalenin 9. Yüzyılda sütunların ise 3. Yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Fakat yerli halk ve genel anlamda Müslümanlar bu iki sütunla ve genel olarak Balıklıgöl ile ilgili tuhaf bir hikayeye inanırlar. Hikayeye göre İbrahim peygamber dönemin kralı Nemrut’a karşı tek tanrı inancını savunduğu ve putları baltasıyla kırdığı için ateşte yakılarak ölüm cezasına çarptırılmış. Bunun için şu an Balıklıgöl dediğimiz alanda büyük bir ateş yakılmış ve İbrahim de bu iki sütuna gerilen bir mancınık ile ta kaleden aşağıya bu ateşe doğru atılmış. Ancak Kuran kitabında da anlatıldığı gibi bu ateş İbrahim’i yakmamış ve sağ kurtulmuştur. İnanca göre o ateşteki odunlar balık olmuş ve ateşin kendisi de bugünkü Balıklıgöl’e dönüşmüştür. İbrahim de böylece mucizevi bir biçimde kurtulmuştur. Gelin görün ki, o sütunların burada sözü edilen mancınık olması kronolojik olarak imkansızdır. Zira Eski Ahit’e göre İbrahim peygamber M.Ö. 2500’lerde dünyaya gelmiş ve 160 yıldan fazla yaşayarak 2300’lerde ölmüştür. Halbuki oradaki kale M.S. 800’lerde sütunlar ise en iyi ihtimalle M.S. 200’lerde inşa edilmiştir. Yani aralarında nereden baksan 1500-2000 yıl vardır. Dolayısıyla ta Evliya Çelebi’den bu yana yöre halkının inandığı bu mancınık hikayesi en azından kaledeki sütunlarla alakasızdır. İlginç bir şekilde Evliya Çelebi de bu iki sütunun İbrahim peygamberin ateşe fırlatıldığı mancınıklar olduğunu yazmıştır.
Bugün hala ülkemizde milyonlarca insan bu hikayeye bu şekilde inanıyor. Ama kimse işin tarihi ve kronolojik yönüne merak salmamış ve bu şekilde inanmaya devam etmektedir. Tam da bu sebeple bugün Şanlıurfa Balıklıgöl’deki o balıkları kimse yememektedir. Aslında bu mitolojik hikaye en çok balıkların işine yaramıştır diyebiliriz. Çünkü bir bakıma o balıkları kutsal gören Müslümanlar hunharca yem satın alıp onlara ikram etmektedir ve bir tanesine bile dokunmamaktadır. Yani bu mitin böylece devam etmesini en çok Balıklıgöl’deki balıklar isteyecektir diye düşünüyorum. Gelin görün ki zalim kral Nemrut’un öz kızı Zeliha bu kadar şanslı olmamış. İbrahim’e inandığı için babası onu da ateşe attırmış ama Zeliha ölmüş. Ateşten kurtulmamış. Onun atıldığı ateşin olduğu yer de şimdi Ayn Zeliha gölü olarak biliniyor ve Balıklıgöl’ün hemen yanında yer alıyor. Orada da çok sayıda balık var tabii çünkü su aynı su ve havuzlar birbirinin devamı. Ama biri Balıklıgöl diğeri ise Ayn Zeliha olarak adlandırılmış.
Elbette tarihte İbrahim diye bir peygamberin yaşayıp yaşamadığı bile meçhulken bu mitolojik öğeler içeren hikayelerin gerçekten bu şekilde yaşandığına inanmak mümkün değil. Bu kişisel bir inanç konusu olduğu için buna daha fazla değinmeye lüzum görmemekle beraber en azından inandığımız bazı şeylerin bilimsel veya hiç olmazsa kronolojik olarak doğru olup olmadığına bakmakta fayda var diye düşünüyorum.
Şanlıurfa’daki ziyaretimin ardından beni Gaziantep’e götürecek olan otobüse binerek geceyi buradaki bir şehir otelinde geçiriyorum ve ertesi sabah Gaziantep’in kalesini ve çarşısını detaylı bir şekilde gezmeye başlıyorum.
GAZİANTEP’TE MİDELER BAYRAM EDİYOR
Gaziantep’te öncelikli yapılması gereken şeyler yemek içmek tabii ki… Bunun için ben hiç maceraya girmeyerek Antep’in en meşhur lokantasına gittim. İmam Çağdaş’a… Zira İmam Çağdaş hem Gaziantep tarihi çarşısında olması hasebiyle kolay bir lokasyon hem de yemekleri ve elbette tatlıları bir hayli meşhur ve meşhur olduğu kadar da lezzetli… Bu İmam Çağdaş’a ilk gelişim değildi elbet. Daha önceki Gaziantep ziyaretlerimde de uğradığım bu mekanda hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadım. Bu sefer Ali Nazik kebabı yiyorum, yanına üşenmeyip bir adet kıtır lahmacun söylüyorum sonunda da işi meşhur Gaziantep Baklavaları’ndan lüks bir seçme ile tatlıya bağlıyorum. Biraz fiyatı standardın üzerinde de olsa her kuruşa değecek bu lezzetler için mutlaka İmam Çağdaş’a gidilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Sabah yapmış olduğum katmerli kahvaltıdan sonra öğlen vakti böylesi bir menüyü de mideye indirdikten sonra yerimde durmam mümkün değildi tabii ki. Hemen Gaziantep Kalesi’ne çıktım. Roma döneminde inşa edilmiş ve günümüze kadar çeşitli onarımlardan geçirilmiş bu kale son olarak 2000’li yılların başında büyük bir restorasyondan geçmiş. Şu anda içinde Kahramanlık Panorama Müzesi adında olan ve İstiklal Savaşımız yıllarındaki kahramanlıkları anlatan temalı güzel bir müze bulunuyor. Bu müzede çok sayıda heykel, resim, makale ve kabartmalar ile Gaziantep’i ve kahramanlık hikayelerini öğrenebiliyorsunuz.
KAHVE BURADA İÇİLİR
Oradan indikten sonra yine çarşıya dalıp yemeğin üzerine içilmesi gereken iki şeyi yani çay ve kahveyi içmeniz gerekiyor. Öncelikle Gaziantep’te kahve denilince akla gelen ilk şey olan Tahmis Kahvesi’ne gidiyorum. Tahmis Kahvesi’nde dibek, menengiç, Türk kahvesi, damla sakızlı gibi envai çeşit kahve bulabiliyorsunuz. 1635 yılında kurulan bu tarihi mekan Gaziantep sıcağında güzel ve serin bir yorgunluk kahvesi deneyimi sunuyor.
Kahvenizi burada içtikten sonra çay içmek ve daha da serinlemek adına bir mağara kafeye gitmenizi öneriyorum. Evet bildiğiniz çarşının ortasında yer altında mağara şeklinde bir kafe var Gaziantep’te. Burası da tarihi bir yer… 1557 yılında taş ocağı olarak açılan mağaralar, Kurtuluş Savaşı sırasında sığınak olarak kullanılmış, sonradan atıl hale getirilmiş ve günümüzde ise temizlenerek ve restore edilerek bir mağara kafe olarak kullanıma kazandırılmış. Restorasyon dediysek elbette mağara özelliği yok edilmemiş. Bugün gidip oturduğunuzda da bir mağarada olduğunuzu hissediyorsunuz. Evet 500 yıl önce açılmış bir taşocağı mağarasında çay-kahve veya soğuk bir şeyler içebilirsiniz. Kaleye çok yakın olan bu mekan aynı zamanda Gaziantep sıcağına karşı doğal bir klima görevi görüyor. Çünkü mağaralarda iken yukarıdaki sıcaklığı hiç hissetmiyorsunuz.
Buralarda dinlendikten sonra Gaziantep’in meşhur çarşılarını arşınlayabilirsiniz. Bunlardan en önemlisi elbette Bakırcılar Çarşısı. Tarihi bu çarşıda bakıra can veren sanatçılar bugün bile bu işlerine devam ediyor ve sürekli olarak üretim yapıyorlar. Bunun dışında deri ürünleri üreten Saraciyeciler çarşısı, tahta takunyalar üreten Habbabçılar çarşısı, yöresel gıda ürünlerinin satıldığı Külekçiler çarşısı, ayakkabı ürünlerinin ve yemenilerin satıldığı Kavafiyeciler çarşısı ve tabii ki Baharatçılar ve Peynirciler çarşıları da mutlaka görülmesi ve alışveriş yapılması gereken yerlerden… Bütün bu çarşılar zaten birbiriyle yan yana olduğu için birine dalıp devam ettiğinizde bütün çarşıları gezebiliyorsunuz.
MÜTHİŞ BİR MÜZE: ZEUGMA
Gaziantep’te daha sonra Zeugma Müzesi’ne gidiyorum… Buraya kadar gelip de buradaki muhteşem mozaikleri görmeden geri dönmek olmaz diye düşünüyorum. İmam Çağdaş restoranına 2-3 kilometre mesafede bulunan bu müze memleketim Hatay’daki Arkeoloji Müzesi’nden sonra dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi olma özelliğini taşıyor. Buradaki eserler Fırat kenarında Zeugma Antik Kenti’nden çıkarılmış. Burada sergilenen bütün eserler göz kamaştırıyor ama bu müzenin yıldızı Çingene kız olarak bilinen Mainad Mozaiği. Bu mozaikteki çingene kızının bakışları gerçekten de sizi sizden alabiliyor. Tam bir sanat eseri…
BÜYÜK BİR ZULÜM: HAYVANAT BAHÇESİ
Zeugma Müzesi’ni de gezdikten sonra Gaziantep’teki hayvanat bahçesine de bir göz atmayı istiyorum. Normalde hayvanat bahçelerine karşıyım. Hayvanların sırf biz ziyaret edelim diye bir hapis hayatı yaşamaları ve doğal yaşam alanlarından koparılması bana hiç mantıklı gelmiyor. Gaziantep’teki hayvanat bahçesinin çok büyük olduğunu duyduğum için “Acaba hayvanlar güzel bir ortamda mı yaşıyor?” diye merak ederek gidip bakmak istedim doğrusu. Fakat hayvanat bahçesine gider gitmez hayvanların hiç de doğal olmayan ve gerçekten de küçücük mekanlarda hapis olduğunu görünce moralim bozuldu ve 15-20 dakikada hızlıca şöyle bir turlayıp gördüğüm manzaralara yüreğim dayanmadığı için şehre geri döndüm. Zira hava bir hayli sıcaktı ve hayvanat bahçesindeki bütün hayvanlar doğal ortamlarına kıyasla bir zindan görünümünde olan küçücük kafeslerde bunalmış ve bezgin bir biçimde yaşamaya çalışıyorlardı. Kendimi böyle bir “İnsanat Bahçesi”nde hayal ettim ve vicdanım bu duruma isyan etti.
Böylelikle benim için Gaziantep turu da sona ermişti. Günü sağda solda takılarak geçirdim ve ilk otobüse atlayarak akşam saatlerinde memleketim Antakya’ya geri döndüm.
1000 KİLOMETRELİK HARİKA SEYAHAT
1000 kilometrelik bu seyahat de her ne kadar çok uzun olmasa da bilhassa Nemrut kısmıyla benim için harika bir deneyim oldu ve gördüğüm yerler zihnimde, yediğim lezzetler damağımda bir sonraki seyahatimin planlarını yapmaya başladım.
adıyaman, antakya, antiochos, arsameia, ayn zeliha, balıklıgöl, cendere köprüsü, çingene kız, çingene kız mozaiği, gaziantep imam çağdaş, gaziantep panaroma müzesi, grekçe tablet, heracles heykeli, ibrahim mancınık, ibrahim peygamber, kahramanmaraş, kaleoğlu mağarası, kommagene, korinth sütunu, nemrut, nemrut dağı, şanlıurfa, tahmis kahvesi, zeugma müzesi